Müzeden ayrılıp Ponte Vecchio’yu arşınlamaya başlıyorum. Uffizi ve Pallazzo Vecchio’yu Medicilerin Arno nehrinin karşı kıyısındaki sarayı Palazzo Pitti’ye bağlamak için Vasari tarafından inşa edilen; geçmişte kasapların yer aldığı köprünün üzerini günümüzde göz alıcı mücevherleriyle kuyumcular süslüyor. Köprünün kenarlarında Uffizi’ye uzanan koridorlar dikkatimi çekiyor. Kenti yöneten ailelerden Mediciler, Lorena, Pitti, Savoy’ların halka karışmamak için yaptırdıkları Vasari koridoru halkı küçük görmelerinin bir ifadesi olsa gerek. At arabalarıyla Palazzo Pitti’den doğrudan Pallazzo Vecchio’ya geçen bu ailelerin hanedanının çok uzun sürmemesi pek de sürpriz olmuyor.
Köprüyle ilgili ilginç bir hikâye de var. Hitler bu köprüye o kadar hayran olmuş ki, II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar Floransa’nın köprülerini bombalarken, Ponte Vecchio köprüsüne dokunmamışlar. Kentin simgelerinden olan Ponte Vecchio turistlerin gözdesi olduğu kadar kent halkının da vazgeçemediği bir eser. Roberto Cavalli’nin koleksiyonlarını tanıtmak için yaptığı her yurtdışı gezisi sonrası ‘Vatanım vatanım’ diyerek Ponte Vecchio önünde bir poz verip blogunda paylaşarak kente olan sevgisini gözler önüne seriyor. Sadece celebritylerin değil tüm kent halkının bu kente olan bir duyarlılığı var. Örneğin 1966 yılında Arno nehri taşınca Floransalılar ele ele verip mümkün olduğunca çok eseri sel sularından kurtarmaya çalışarak yaşadıkları kente olan sağduyularını göstermişler.
Ponte Vecchio’yı geçip bir zamanlar Medicilerin gittiği yoldan Palazzo Pitti’ye ulaşıyorum. Zenginliğin ve gücün simgesi olarak yapılan bu saray barındırdığı müzeler ve galerilerle sanatsal zenginliklere dolu bir hazine. Paha biçilmez antika eşyaların sergilendiği Museo delgi Argenti ve barok ve rönesans resimleriyle Uffizi’den sonra en geniş resim koleksiyonuna sahip Galleria Palatina; bu müzelerin içinde en dikkat çekici olanları. Pallazo Pitti’nin arkasındaki Boboli bahçeleri yemyeşil çayırları, güzel çeşmeleriyle Pallazo Pitti’nin galerilerini gezmekten yorulanlar için biçilmiş kaftan.
Boboli bahçelerinden Michelangelo tepesine doğru yola koyuluyorum. Floransalılar Michelangelo’yu o kadar sevmişler ki şehrin en güzel manzaralı tepesine onun adını vermişler. Tepenin bulunduğu meydana adım atar atmaz başta Davut olmak üzere dört Michelangelo heykeli var. 1800’lere kadar orijinal Davut heykelinin bu meydanda yer alırken, kötü hava koşullarında zarar görür kaygısıyla heykel yerini bronz bir Davut heykeline bırakmış. Meydanın hemen yanındaki San Miniato al Monte Romanesk mimarisiyle Floransa’nın en güzel kiliselerinden.
Tepeden aşağı baktığımda; pişmiş topraktan yapılmış çatılar denizi karşımda göz alabildiğince uzanmakta. Dümdüz bir kent burası zira Duomo katedrali yapıldığından Duomo’nun ihtişamı kaybolmasın diye ondan daha yüksek bina yapılması yasaklanmış. Floransalılar kentin mimarisinin korumasında o kadar hassaslar ki aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hala bu yasağa uyuluyor. Manzara tek kelimeyle büyüleyici, bir dönem kentin mor menekşe renkli futbol takımı Fiorentina’nın teknik direktörlüğünü yapan Fatih Terim’in Michelangelo tepesi sırtlarındaki bir villada oturmasına şaşmamak gerek.
Toscan tepelerinin sarıp sarmaladığı, Arno nehri eteklerinde kurulmuş Floransa barındırdığı sanatsal hazinelerle bir mücevherden farksız. Beş yüz sene önce bugün bile dünya sanatına yön veren onlarca sanatçıyı içinden çıkarmış Avrupa’nın sanat başkenti olmaya layık bir kent Floransa, D. H. Lawrence‘ın deyişiyle ‘İnsanoğlunun mükemmel evreni’ olan bu şehir, dün olduğu gibi bugün de dünya sanat tarihinin gözbebeği olarak yaşamaya devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder