Barselona’dan kara
yoluyla Madrid’e geçiyorum. Barselona İstanbul’sa Madrid Ankara. İspanya
turunda önce Madrid’e sonra Barselona’ya gitmekte fayda var zira doğasıyla,
mimarisiyle, Akdeniz iklimiyle Barselona
bambaşka. Madrid’te kaldığım otel
merkezin uzağında San Sebastian de Las Reyes’te. Tren ve metroyla kentin
kalbinin attığı Sol Meydanı’na ulaşıyorum. On caddenin kesiştiği bu meydanı İspanyollar
güneş kapısı olarak adlandırıyorlar.
Madrid simgesi ayı ve
çiçek ağacı heykelini geçiyorum az ilerimde İspanyolların tarihi meydanı Plaza
Mayor arnavut kaldırımlı sokaklarıyla beni karşılıyor. Dokuz kapısı olan
dikdörtgen meydanın etrafında dizilmiş kafelerde turistler vakit geçirmekten
çok hoşlanıyor. Meydanın ortasında 3. Felipe‘nin heykeli yüzyıllara meydan
okurcasına karşında yükseliyor. Meydan tarih boyunca kutlamalara, boğa
güreşlerine, İspanyol engizisyon zamanında idamlara şahitlik etmiş.
İspanyoların churros
adında meşhur bir hamur tatlısı var. Plaza
Mayor yakınlarında San Gines Pastanesi, bu tatlıyı bir asırdan uzun süredir
yapıyor. Merak edip denemek istiyorum. Churros deve hamurunu andırıyor. İyi bir
sıcak çikolata yerin, kakao karışıma daldırıp yiyorlar, obur doyuran bir tatlı.
Meydanın az ilerisinde
Mercanto San Migel Pazarı yer alıyor, ilk bakışta Barselona’daki La Boqueria
andırıyor, pazarın içinde dolaşınca fikrim değişiyor, La Boqueria gibi tarihi
bir yer değil, turist kapanı bir yer.
Kısa bir yürüyüşün ardından
kraliyet sarayındayım. Amerika’nın keşfinden sonra altın dönemi yaşayan İspanyol
kraliyet ailesine yüzyıllarca ev sahipliği yapmış dört yüz odalık saray Avrupa’nın
en büyük saraylarından birisi.
Sarayın yanında Almudena Katedrali yer alıyor.
Yapımı üç yüz elli yıl süren ve 1993’te yapımı tamamlanmış. 2004’te
İspanya Kralı VI. Felipe ve Kraliçe Letizia Ortiz burada evlenmesi katedralin popülaritesini
artırsa da katedral bir türlü halkın beğenisini kazanamamış.
Almudena Katedrali’nden
Madrid’in ana caddesi Gran Via’ya doğru ilerliyorum. Art nouveau, art deco
mimarinin yansıtan binalar arasında caddeyi arşınlanmaya başlıyorum. Calle de
alla ile başlayan Placa de Espanya’la son bulan mağazaların restoranların
birbiri ardına dizildiği bir alışveriş caddesindeyim.
Gran Via’nın üzerindeki
Metropolis bana Manhatan’daki Flatiron binası anımsattı, kentin en güzel
binalardan birisi olan Metropolis önünde foto çektirmek turistlerin
vazgeçemediği bir alışkanlık, yolun devamında Banco Espana gözalıcı neoklasik,
barok cephesiyle yer alıyor.
Bir sonraki durağım Plaza
de Cibeles Meydanı, bu meydan en çok dünya futbol devi Real Madrid’in zaferleri
sonrası kutlamalarıyla hatırlanıyor. Palacio de Comunicaciones binası ve
önündeki havuz meydana bambaşka bir ambiyans katıyor.
Futbol meraklıları Real Madrid’in futbol mabedi Santiago
Bernabéu Stadına gitmeleri içi kent merkezinden biraz uzaklaşmaları gerekecek,
oldu da maç bileti bulamadınız, stattaki müzeyi dolaşabilirsiniz.
Madrid sanatsal
zenginlikte eserleri barındıran müzelere sahip bir kent. Plaza de Cibeles
Meydanı güneyindeki bölge altın müze üçgeni. Prado, Reine Sofya ve Thyssen müzesi. Goya ve El Greco’nun şaheserlerine bir
yolculuk için bu bölgede birkaç saat geçirmeye değer.
İngiliz demir ve cam
işçiliğinin güzel bir örneği olan Atocha Tren istasyonu geçerek Retiro Parkı’na
ulaşıyorum. Burası şehrin içindeki saklı kalmış bir cennet gibi. Parkın
ortasındaki kristal saray büyüleyici. Koşanlar, patenle kayanlar, kuğuları
izleyip hayallere dalanlar, kayık sefasına çıkanlar… Bir an kentin sevimsiz
kalabalığından uzaklaşıyorsunuz. Keşke İstanbul’da merkezi bir yerde böyle bir
yer olsa.
Merkeze yakın bir semt
olan Salamanca’ya Madrid’in moda bölgesi desek yanılmış olmayız. Lüks
butiklerin birbiri ardına dizildiği Salamanca sokakları moda severlerin akınına
uğruyor. Malasana ise bohem atmosferiyle İspanyolların vakit geçirmekten
hoşlandıkları bir semt.
Madrid’ten bahsetmişken
Cervantes bahsetmemek olmaz, Dünyanın
en çok basılan kitaplarından biri ve tarihteki ilk roman
insanlığın çağdaş bir destanı. Madridli yazarın şaheserinde şövalyeliğin
çöküşünü alaycı bir dille karikatürize ederken düşle gerçeğin çatışmasını da
gözler önüne serer. Madridler hemşerisine vefasızlık etmemiş, güzel bir anıt
yapmış. Plaza de Espana meydanındaki Cervantes anıtında Don Kişot, uşağı Sancho
ve Cervantes bizi selamlıyor.
İspanya denince akla gelen bir diğer
konuda boğa güreşleri. Bir meydan okumadan çok yalandan bir dövüş
aslında. Güreş öncesi uyuşturulan boğanın karşına çıkıp öldürücü darbeler
indirmek ucuz bir kahramanlık. Kimilerine göre spor, kimilerine göre vahşet ama
bir gerçek var ki günümüzde belli bir kesimin hala ilgisini çekiyor boğa
güreşleri. Retiro parkının ilerisindeki Plaza de Toros de Las Ventas’ta bu
etkinlik düzenleniyor meraksına duyurur.
Tarih kokan sokaklarında dolaşırken
karnım zil çalmaya başlıyor, bir tapa molası vermek istiyorum. On
yedi bölgeden oluşan İspanya’nın kalbi Madrid Avrupa’nın en kalabalık
başkentlerinden birisi. Şehrin gastronomi dünyasında bu kozmopolitliğinin
birçok yansımalarına şahit oluyorsunuz, Prado müzesi yakınlarındaki Maceiras
Galiçya mutfağının Madrid’teki önemli temsilcilerinden.
Samimi
tabernalarda tapa yemek Madrid’liler için bir gelenek. Cervantes’in Don
Kişot’un ikinci cildini yazdığı evin bulunduğu Huertas sokaktaki Taberna
Maceiras’a gittiğimde de benzer bir ambiyansla karşılaşmam beni şaşırtmadı. Mekanın rustik design edilmiş hoş bir salonunda misafirlerin çoğu
büyükçe masalarda hep birlikte yemekleri tadıyor. Yemek kadar sosyalleşmeninde
önemli olduğu tabernalarda birkaç kişin paylaştığı racion’lar biçilmiş kaftan.
Başlangıç ısmarladığım olarak bir Galiçya
spesiyali olan sebzeli, deniz ürünleriyle yapılmış bir börek güzel bir
başlangıç yemeği. Ardından sofraya teşrif eden ise domates sosluyla pişirilmiş
ufak deniz tarakları (berberechos) ise beklentimin biraz altında zira Madrid
denize kıyısı olmadığından deniz ürünlerinin tazeliği açısından Barselona’nın
biraz gerisinde. Barselona’daki El Quim’deki yediğim deniz tarağı kadar
olağanüstü olmasa da domates sosunun lezzet kattığı hoş bir yemek.
Son olarak Maceiras 'nın medarıiftiharı
bir öğün geliyor, zeytinyağında ızgara ahtapot (pulpo), sadece bu yemeği yemek
için bile Maceiras’a gidilir. Ahtapota eşlik eden yöresel Galiçya birası da
oldukça lezzetli. Seçici damaklarını renkli ve lezzetli bir yolculuğa çıkartan
Maceiras’ta fiyatlarda el yakmıyor, Galiçya böreği 4 Euro, deniz tarağı 7 Euro,
ahtapot 10 Euro. Bu lezzet diyarından cüzdanınızı hafifletmeden çıkmanın haklı gururuyla;
ister Prado müzesinin gidip eşşiz koleksiyonları inceleyin, ister Retiro
parkına doğru uzanıp güzel bir sandal sefası yapın, karar sizin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder