Bu
seferki Avrupa seferimde; bürokrasinin Kalesi Brüksel, kuzeyin masallar kenti Brugge, zenginlerin
meskeni Lüksemburg’e doğru uzandım.
Sabah erkenden Amsterdam’dan Benelüks turumun bir diğer durağı olan Brüksel’e hareket ediyorum. Brüksel’e bürokrasinin kalesi desek yanılmış olmayız zira Avrupa birliği ve Nato’nun merkezi bu kente yer alıyor. Birçok göçmenin yaşadığı Brüksel diğer Avrupa kentlerine kıyasla biraz sevimsiz bir kent.
Bruksel’in simgesi Grand
Palace‘la gezime başlıyorum. Dört bir yanımı saran Ortaçağ mimarisinin
olağanüstü bir yansıması binalar, Arnavut kaldırımda uçuşan güvercinler, burada
zaman adeta durmuş gibi. Meydanın
üzerinden gotik kulesiyle Hotel de Ville tarihe meydan okurcasına karşıma
yükseliyor. Bu şaheserin karşında günümüzde
kent müzesi ev sahipliği yapan bir zamanların kral evi Maison de Roi yer
alıyor.
Meydanda bir süre
geçirdikten sonra çikolata, waffle kokan ara sokaklara dalıyorum, esen rüzgar
kulağıma Jacques Brel’in Brüksel
şarkısını fısıldıyor. Önüme çıkan bir dükkandan bir avuç çikolata alıp damağımı
şenlendiriyorum. Belçika’nın çikolatası dünyaca ünlü ama Belçika’da kakao
yetişmiyor. Gana’dan ithal ettiği kakao çekirdeğiyle ünlü Belçika çikolatasını
yapıyorlar. Belçika’nın dünyaca ünlü Godiva’nın yakın geçmişte Ülker’ın aldığını hatırlıyorum.
Umarım bu satın alma ülkemizdeki çikolata kalitesinin yükselmesine vesile olur.
Bir sonraki durağım,
Galeries Royales St Hubert pasajı. Cam tavanıyla Milano’daki The Galleria
Vittorio Emanuele II pasajını andıran bu pasajdaki çikolatacılar, lüks butikler
ve dantel mağazaların arasından geçerek St. Michael ve St. Gudula Katedraline Victor
ulaşıyorum, Victor Hugo’nun Gotik mimarinin en sade örneği olarak
nitelendirdiği katedral Notre Dame’a benzerliğiyle dikkat çekiyor.
Belçika’ya gelmişken
waffle yemeden dönmek olmaz. Waffle Factory’de bir waffle molası
veriyorum, buna değiyor, harika bir
waffle yapıyorlar.
Meydana bağlanan ara
sokaklardan birinden aşağı indiğimde kentin simgesi İşeyen Çocuk Heykeli’yle
(Manneken Pis) karşılaşıyorum, altmış cm’lik heykel turistlerin ilgi odağı, Grand
Palace’a kıyasla bu heykel hiçbir şey. Çocukla ilgili Şaban filmlerini
aratmayacak bir hikâyesi var, bir zamanlar kentte bir yangın çıkmış bu
memlekette ve bu çocuk yangını işeyerek söndürünce aziz ilan edilip heykeli
dikilmiş.
Kısa bir yürüyüşün
ardından Mort der Arts, tepedeki bu küçük park güzel bir manzara vaat ediyor,
deklanşöre basıp bir Brüksel hatırası çekiyorum.
Biraya yapmak
Belçikalılar için bir gelenek, dünyaca ünlü Duvel, Chimay son yıllarda ülkemiz
tarafından ithal ediliyor. Trappist ve artizanal binlerce birayı barındıran Delirium
biraseverlerin es geçmemesi gereken bir adres.
Belçika’da ve
Hollanda’da patates kızartması çok popüler, patates kızartması yapan küçük
dükkânlar var. Ama neden patatese french fries deniyor? Bir rivayete göre bu isim İkinci Dünya
Savaşında ortaya çıkmış, Fransa – Belçika cephesinde savaşan Amerikan askerleri
patates kızartması çok beğenmişler, bölgenin Fransa’ya ait olduğunu düşünerek
kızartmaya french fries demişler, Belçika mı Fransız kızartması mı olduğu
tartışılır ama en iyi patates kızartması Hollanda’da yapılıyor.
Bir sonraki durağım Brüksel
Kraliyet Sarayı. Günümüzde kraliyet ailesi neo-klasik mimarili sarayda ikamet
etmek yerine Laeken Kalesinde yaşıyor. Kraliyet ailesinin düğün ve cenaze
törenleri düzenlendiği Saint Jacques-sur-Coudenberg kilisesi etraftaki
görülmeye değer bir diğer adres.
Belçika Kraliyeti
denince akıllara zalim Belçika Kralı II. Leopold geliyor. 19. yüzyılda II.
Leopold, Kongo’da köle ticaretiyle
savaşacağını söyleyip insani yardım için yola çıktığı hareket amacından sapmış,
sömürü ve soykırıma dönüşmüş, altı milyon Kongolunun katledildiği o günler
Belçika tarihinde bir kara leke olarak yer almış.
Yolumun üzerimdeki Bourse
de Bruxelles Yunan tarzı mimarisiyle göz kamaştırıyor, sonra güzel bir parka
denk geliyorum: Cinquantenaire Parkı. Belçika’nın özgürlüğünün 50. yılı anısına
yapılmış, güzel bir zafer takının yer aldığı park kentin akciğerli gibi adeta. Yeşillikler içinde bir göleti barındıran bu
park piknik yapmak, dinlenmek için biçilmiş kaftan.
Belçika dünyaca ünlü karikatüristler
yetiştirmiş bir ülke. Şirinlerle çocukların dünyalarına renk katan Peyo ve çocukluk kahramanlarımızdan Red
Kit’in yaratıcısı Morris tarihe isimleri altın harflerle yazmış iki büyük
karikatürist. Herge’nin kaleme aldığı Tenten’in de bu topraklarda doğduğu da
unutulmamalı.
Çocukluk günlerine dönmek isteyenler için
kente hoş bir müze de var. Belçika Karikatür Müzesine Karikatür severleri
hayali bir yolculuğa davet ediyor.
Merkezinden uzaklaşıp modern
Brüksel’in sembolü Atomium’e gidiyorum. Demir kristalinin yüz altmış beş milyar
kere büyütülmüş halini simgeleyen Atomium EXPO 1958 için inşa edilmiş. On sekiz metre
çapında olan 9 küreden oluşan anıta asansörle çıkılabiliyor.
Yakınlardaki bir diğer
görülemeye değer yer ise Mini Europe. Eiffel Kulesinden San Marco Meydanı Avrupa’nın birçok simgesinin barındıran bu park
çocuklar için bir cennet adeta.
Parkın ilerisinde ise Heysel
stadyumu yer alıyor. 29 Mayıs 1985 günü Juventus - Liverpool maçında taraftarlar arasında arbedede
39 kişinin can verdiği facia hafızalardan silinmiyor.
Ertesi gün Belçika’nın
Kuzeyin Venedik’i Brugge gidiyorum. Bazılar için burası hayatın koşturmasından
uzaklaştıkları bir vaha, bazıları içinse günübirlik uğranıp birkaç saat
geçirdikleri bir Benelüks turu durağı. Burada zaman adeta durmuş gibi, ortadan gecen
kanalıyla sevimli mimarisi çikolata kokan sokaklarıyla kendini hayran
bıraktıran bir şehir.
Kent girişinde beni
güzel bir park karşılıyor. Koning Albertpark ilerleyerek tarihi kentin kalbinin
attığı Markt Meydan’na doğru yola
koyuluyorum. Church of Our Lady Kilise’nin yüz yirmi iki metrelik tuğla çan
kulesini bu masal kent üzerinde yükseliyor adeta. Brugge sanılanın aksine
Amsterdam gibi kanallarla sarmalanmış değil, tarihi kentin içinden sadece bir
kanal geçiyor. Gezilip görülecek yerlerin sayısı bir elin parmaklarını
geçmiyor.Rozenhoodkai Caddesi üzerinden gitmek istiyorum zira “Quay of the Rosary” in muhteşem bir manzarası vaat ediyor. Bir tarafta tekne turu yapanlar kenti seyre dalarken, diğer tarafta bir grup fotoğraf makinalarıyla bu romantik kentteki anılarını ölümsüzleştiriyorlar.
Birkaç dakika içinde Markt (Pazar) meydanındayım. Seyyar satıcı tezgâhları arasında dolaşıyorum, fayton sesleri kalabalığa karışıyor. Brugge Amsterdam geçmişte ticaretin önemli merkezlerinde birisiymiş. Meydandaki binalarda ticari loncalara aitmiş. Meydana açılan bir sokaktaki Chez Albert’te bir waffle molası veriyorum, mahcup etmiyor ama Bruksel’deki Waffle Factory’deki düzeyde değil.
Sıradaki durağım kentin simgesi Belfry Kulesi geçmişte yangınları tespit etmek için gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Kulenin önünde iki tetikçinin Brugge’taki macerasını anlatan kara mizahın en güzel örneklerinden olan ‘Im Bruges’ filmden komik sahneler gözümün önünde canlanıyor. 13. Yüzyılda yapımına başlanan kulenin tepesine çıkmak için 366 merdiven çıkmanız gerekiyor, filmdeki Amerikalılar gibi değilseniz, pek sıkıntı olmaz!
Meydandaki Historium müzesi tarih meraklıları için ilgi çekici olabilir ayrıca eski postane binasını bira müzesine çevirmişler, biraseverlere duyurulur. Breidelstraat Caddesi üzerinden ilerlediğimde gotik mimarisiyle Burg Meydanı’na ulaşıyorum. Belediye binasının olduğu bu meydan gotik, Rönesans, neoklasik mimarinin bir sentezi.
Gezi son gün dünyanın en zengin ülkesindeyim, Lüksemburg’dayım. Yemyeşil ormanların arasında şirin bir ülke, yol boyunca lüks spor arabalar dikkatimden kaçmıyor. Buradaki insanlar gündüz çalışıp gece Brüksel ve etraftaki diğer illerdeki evlerine dönüyor, akşam sekizden sonra sokaklar tenhalaşıyor, sanki in cin top oynuyor.
Kent merkezindeki eski kiliseleri, taş sokakları arasından Bock of Casemates Kalesi’e ulaşıyorum. Geçmişte kalenin altındaki savuma amaçlı tüneller günümüzde turistler akına uğruyor. Dışarıda kavurucu sıcak var ama tünellerin için bir o kadar serin. Kalenin tepesine çıktığımda Petrus vadisinin eşsiz manzarası ayaklarım altına seriliyor.
Kısa bir yürüyüşün ardından Place d’Armes olarak bilinen şehrin ana meydanı yaz akşamları klasik müzik konserleri düzenleniyor. Güzel bir şehir planlaması yapılmış, çevredeki bazı caddeleri trafiğe kapatmışlar.
Yolum devamında 1572-1795 yılları arasında belediye binası olarak inşa edilen Büyük Dük Sarayı (Grand Ducal Palace) arz- endam ediyor.
Luksemburg’da da Notre-Dame Katedrali var, Rönesans tarzı mimarin bir yansıması olan katedrali selamlayıp Guillaume Meydanı’na varıyorum. Hollanda Kralı ve Lüksemburg Dükü olan II. William’ın atlı bir heykelinin bulunduğu meydanda, zarif bir belediye binası ile meşhur Tremont Aslanları görülmeye değer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder