Zengin tarihiyle Roma bir açık hava müzesinden farksız. Kentin dar sokaklarında, güzel meydanlarında gezerken bir sanat eserinin içinde gezdiğinizi fark etmemenize imkân yok. Kendimi farklı ressamların yaptığı tabloların içinde geziyormuş gibi hissediyorum. Bu sıradışı gezideki bir sonraki durağım ise zarif süslemeli çeşmeleriyle, Roma’nın en etkileyici meydanı Piazza Navona.
Geçmişte Protesanlık kentte yayılınca, dönemin papası buna tepki olarak iki dahi mimarı Katolikliği yücelten eserler yapması için yetkilendirmiş. Bernini ve Borromini de birbirinden muhteşem eserlerle donatmışlar şehirlerinin dört bir yanını. Tıpkı Piazza Navona’daki Fontana Quattro Fiumi ve Sant'Agnese in Agone’de olduğu gibi. Piazza Navona’ya adım atar atmaz Bernini’nin Fontana Quattro Fiumi çeşmesi zarif mimarisiyle kendisini seyredenleri büyülüyor. Dört nehrin simgelendiği (Nile, Ganges, Danube ve Rio della Plata) bu güzel çeşmenin arkasında ise Bernini, Borromini’nin ortaklaşa inşa ettiği Sant'Agnese in Agone yükseliyor.
Piazza Navona belki de Roma’nın keyifle vakit geçirilecek en iyi yeri. Meydandaki cafelerin birinde Fontana Quattro Fiumi’nin dinlendirici sesine kulak verip biraz dinlendikten sonra şehri keşfe devam ediyorum.
Borromini’nin Sant’Ivo alla Sapienza’sını selamlayıp San Luigi dei Francesi’ye varıyorum. Cesur perspektif kullanımı, dramatik ışık gölge oyunları ile sanatta devrim yaratan Caravaggio’nun eserlerini barındıran bu kilisede St. Matthew hayatını anlattığı Caravaggio tablolar ve Domenichino’nun resimleriyle süslü tavan ile göz kamaştırmakta.
Sanki her tarafım sanat ile kuşatılmış, az ilerimde Caravaggio Madonna di Loreto tablosuna ev sahipliği yapan kentin ilk rönesans yapılarından Basilica di Sant'Agostino arz-ı endam ediyor. Kiliselerin hepsinin halka açık ve ücretsiz olması içimdeki sanat aşkını körüklüyor.
İtalyan senatosunun bulunduğu Palazzo Madama’nın önünden geçip Roma’nın geniş caddelerinden Corso Vittorio Emanuele boyunca ilerliyorum. Corso Vittorio Emanuele’de iki önemli kilise var. İlki Puccini’nin Tosca operasının prömiyerinin yapıldığı Sant'Andrea della Vale, diğeri ise Roma’nın ilk Cizvit kilisesi, barok şaheser Gesu. Gesu’nun çatısındaki delikten gökyüzüne doğru yükselen melekler, azizler bu kiliseye olağanüstü bir ambiyans kazandırmış.
Tevere yönünde ilerleyince kentin çiçekler meydanı Campo de Fiori beni karşılıyor. Bir zamanların çiçekler tarlası olan bu meydanın ortasında 17. yüzyılda kazığa bağlanarak yakılan filozof Bruno’nun düşüncelere dalmış heykeli, Campo de Fiori’nin geçmişteki kanlı tarihini gözler önüne seriyor.
Meydan’ın solundaki Rönensans sanatının güzel bir örneği olan Palazzo Spada ise dönemin geniş bir resim koleksiyonuna sahip. Günümüzde Fransız Büyükelçiliğine ev sahipliği yapan bir diğer Rönensans sarayı olan Palazzo Farnese’yı selamlayıp, Michelangelo’nun yaptığı kemerli geçidin altından geçerek Tevere (Tiber) nehrine varıyorum. Nehir boyunca tekne turları düzenleyen firmalar var ama Tevere sığ bir nehir olduğundan bu turlar Paris’te Seine nehrini gezmek kadar keyifli değil.
Tiber nehrinin ortasındaki ufak Tiber adası ve ona bakan Yahudi gettosu birkaç metre uzağımda. Bu küçük ada Antik Roma’da şifa tanrısı Aesculapius’un topraklarıymış, adada beş yüzyıl önce inşa edilen hastane günümüze kadar ayakta kalmış.
Yahudi gettosunu dolaşırken Fontana della tartaruga nam-ı diğer kaplumbağalar çeşmesiyle karşılaşıyorum. Çeşmenin ilginç bir kompozisyonu var, su fışkırtan yunuslara binmiş dört çocuk, ellerindeki kaplumbağaları çeşmeye atıyorlar.
Az ilerimde ise Roma İmparatoru Augustus'un yeğeni Marcus Marcellus'un anısına inşa edilen, günümüzde yaz konserlerinin düzenlendiği Teatro di Marcello yer almakta.
Roma’nın tarih kokan sokaklarını arşınlarken karnımın zil çaldığını fark ediyorum. Rossini’nin Sevilla Berberi’ni ilk sahnelediği Teatro Argentina’dan tramvay’a atlayıp Roma’nın dünyaca ünlü pizzacısı La Gatta Mangiona’ya gitmek için yola koyuluyorum.
Az ilerimde ise Roma İmparatoru Augustus'un yeğeni Marcus Marcellus'un anısına inşa edilen, günümüzde yaz konserlerinin düzenlendiği Teatro di Marcello yer almakta.
Roma’nın tarih kokan sokaklarını arşınlarken karnımın zil çaldığını fark ediyorum. Rossini’nin Sevilla Berberi’ni ilk sahnelediği Teatro Argentina’dan tramvay’a atlayıp Roma’nın dünyaca ünlü pizzacısı La Gatta Mangiona’ya gitmek için yola koyuluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder