Bir bahar günü romantizmin başkenti Paris’teyim. İstanbul’dan üç saatlik yolculuğun sonunda ulaştığım Charles de Gaulle havalimanından Montmartre’daki otelime yerleşmem gece 10’u buluyor. Kenti gezmek için sabahı beklemek yerine, Place Clichy’den 2 no’lu metroya atlayıp soluğu Champs Elysees’de alıyorum. Seine nehrinin ikiye böldüğü Paris'in sağ yakasının ana caddesi Champs Elysees gezimin ilk durağı Arc Triomphe. Paris’e gelen gençler Arc Triomphe gölgesinde ‘Oh, Champs Elysees’ şarkısını neşe içinde söylüyorlar.
Napoleon zaferlerinin anısına inşa ettirdiği zafer takı, imparatorluğun zaferlerini betimleyen rölyeflerle süslü. Arc Triomphe birçok tarihi olaya şahit olmuş, Hitler Paris'i ele geçirdiğinde görmek istediği ilk yer burasıymış. Paris'in bağımsızlık gününde zafer yürüyüşü yine Arc Triomphe'dan başlamış. On iki caddenin merkez noktası olan bu anıtın tepesine çıkınca La defense’dan Concorde’a uzanan muhteşem manzara ayağımızın altına uzanıyor; ancak, öncelikle 224 basamak çıkmak gerekiyor, çünkü Arc Triomphe'da asansör yok!
Champs Elysees’den biraz aşağı indiğimde Louis Vuitton, Cartier gibi dünyaca ünlü mağazalardan, restoranlara; kafelerden, revülere kadar birçok mekân beni karşılıyor. Champs Elysees'ye uğramışken La Durée pastanesinde makaron için bir mola vermeli, revüden hoşlananlar için ise Lido Şov ve Georges V civarındaki benzer mekânlar ilgi çekici olabilir. Modanın başkenti Paris’te birçok caddede birbirinden güzel butikler yer alsa da haute couture modaevlerinin bir bir dizildiği, Champs Elysees’nin paralelindeki Rue du Faubourg’un yeri apayrı. Modanın kalbinin attığı bu caddede moda trendlerini takip etmek keyif verici.
Champs Elysees boyunca Eiffel kendini göstermiyor, Eiffel’i karşısına alan Palais de Chaillot’a ertesi gün gideceğimden, Concorde yönünde yürüyüşüme devam ediyorum. Sağlı sollu kestane ağaçlı bahçeler arasından Concorde meydanına ulaşınca Eiffel eşsiz manzarasıyla beni selamlıyor. Kentin en gösterişli köprüsü olan Pont Alexandre III üstünden Eiffel’i izlemeyi bir kenara bırakırsak, bence şehirdeki en iyi Eiffel manzarası olan yer burası. Gece saat epey ilerlediğinden etraf sakinleşince adımlarımı sıklaştırıp otelime geri dönüyorum.
Ertesi sabah tur ile birlikte kısa bir panoramik şehir turunun ardından, Rue de Rivoli’de tur grubundan ayrılıp Paris’in kalbi İle de la Cite’ye doğru yola koyuluyorum. Tuileries bahçelerinin yanından geçerken Louvre müzesi önündeki kalabalık dikkatimi çekiyor.
Eski bir saray olan Louvre; XIV. Louis kraliyet sarayını Versailles'a taşıyınca, sanatçılar ve heykeltıraşlara bırakılmış. Mona Lisa ve Milo Venüsü gibi eserlere ev sahipliği yapan dünyaca ünlü müze her sanatseverin uğraması gereken bir adres. Kuyruk beklemek istemeyenler internetten bilet alabilir veya pazar günleri ziyaret etmeyi tercih etmeliler. Sanatsal zenginliklerle dolu hazineyi gezerken yorgun düşenler için Louvre’nın yanındaki Tuileries bahçeleri (Jardin des Tuileries) biçilmiş kaftan.Louvre’un ana girişindeki muhteşem piramidin yanından ilerleyip Pont Neuf üzerinden kentin ilk yerleşim alanı Ile de la Cite Seine’ye gidiyorum.
Seine nehrinin ikiye ayırdığı Paris’in ortasındaki iki adacıktan birisi Ile de la Cite, diğeri ise görece daha küçük olan Ile Saint Louis. Paris’te bu adaları referans alarak yönünüzü bulmanız oldukça kolay. Bu şehrin bölgeleri merkezden dışa doğru daireler çizilerek adlandırılıyor. Tüm gezilecek yerler yirmi arrondissement (arr.) içinde. Örneğin Louvre 1. arr. yer alırken, merkezden daha uzak olan Sacre coeur ise 18. arr.’de bulunuyor.
Ortaçağ mimarisinin olağanüstü bir yansıması olan bu şaheser günümüze miras kalmasını Victor Hugo’ya borçlu; zira Hugo, “Notre Dame’ın Kamburu”nu yazarken Notre-Dame bir harabeden farksızdı. Eserle birlikte eski itibarına tekrar kavuşan Notre Dome, Paris’i ziyaret edenlerin en çok fotoğraf çektikleri yerler arasında. Renkli camlı pencereleri olan bu ihtişamlı katedrale girmek isteyenler birkaç saat kuyrukta beklemeyi göze almalılar.
1248 yılında St. Louis’nin haçlı seferlerinden getirdiği ganimetleri saklamak için inşa edilen gotik şaheser Saint Chapelle de bu bölgede yer alan bir başka başyapıt. Ile de la Cite’den zarif malikânelerin olduğu Ile Saint Louis adasına geçip Notre-Dame’ın muhteşem mimarisini izliyorum. Eğer sıcak bir mevsimde Paris’teyseniz, Saint Louis’deki Berthillon’nun enfes dondurmasını tatmadan geçmeyin.
Ile Saint Louis sokaklarında gezerken La Ferme Saint-Aubin isimli küçük bir dükkan ilgimi çekiyor; yüzlerce çeşit peyniri barındıran bir peynir vahası bu işletme. Fiyatların biraz pahalıca olduğu mekânda “hangi peyniri alayım” diye karar vermek bile uzun zamanınızı alabilir. İster paket yaptırıp sevdiklerinizle paylaşın; dilerseniz Seine nehrinin kıyısına gidip yanına güzel bir Fransız şarabı açıp keyfine varın. Karar sizin!
Öğlen yemeği için bistro Chez Casimir’e doğru yola koyuluyorum. Paris kültürünün vazgeçilmez bir parçası olan bistrolar, kentin gündelik hayatının ritmine göre farklı saatlerde farklı ürünlerle hizmet sunan aile işletmeleri. Sabahları kahve-kruasan, öğlenleri Fransızların üç önemli mutfak ekolünden yöresel yemekler ağırlıklı cuisine terroir’un yemekleri (örn. soğan çorbası, bœuf bourguignon, blanquette de veau gibi tencere yemekleri) sunulurken, öğleden sonra okulların dağılmasıyla sıcak çikolata servis eden bir pastaneye, akşamları ise restoran-bar konseptine dönüşüyorlar. Gerçek bistrolar pek formal ve sosyetik mekânlar değil.
Paris’te turistlerin yoğun olduğu bölgelerdeki ambiyansı güzel, servisi iyi bistrolarda oldukça vasat yemekler bulurken, çok popüler olmayan ağırlıklı olarak Parislilerin rağbet ettiği gerçek bistrolarda ise muhteşem yemeklerle karşılaştım. 10. arrondissement’daki Chez Casimir Paris’in dokusunu hissedebileceğiniz gerçek bir bistro.
Chez Casimir’e Gare du Nord veya Poissonnière metro durağından gitmek oldukça kolay. Gare du Nord tarafından giderseniz, kentin kozmopolit yapısına şahit oluyorsunuz, yol biraz maceralı, sağlı solu Hint restoranları ve ipek mağazaları olan bir Hint mahallesinden geçiyorsunuz, Poissonnière’de inerseniz rue la Fayette boyunca yürüyün Place Franz Liszt’den yukarı çıkınca Chez Casimir hemen karşınızda.İçeri girerken kapının önündeki siyah beyaz bayrak dikkatimi çekiyor. Garsona sorduğumda; bistronun sahibinin Chez Casimir’ın biraz ilerisindeki Chez Michel’in de patronu olduğunu ve bir dönem François Mitterrand’a aşçılık yaptığını, Fransa’nın Brötanya bölgesinden olduğu için bölgenin bayrağını restoran girişine astığını öğreniyorum.
Kara tahtaya yazılı fransızca mönüde başlangıç, ana yemek, peynir ve/veya tatlı seçenekleri var; seçiminize göre fiyatlar 22-28 euro arası değişiyor. Yemeğe deniz mahsulü de içeren sebzeli bir çorbayla başlıyorum; kokusu oldukça yoğun, lezzetli bir çorba.
Ana yemek olarak sipariş ettiğim mantarlı bifteği beklerken, 10-15 dakika içinde bistroyu, müdavimleri olan fransızlar hınca hınç dolduruyor. Siparişleri yetiştirme telaşında olan garson, onca kalabalığa rağmen mantarlı bifteğimi zamanında servis ediyor. Mantar ve sebzelerle sunulan inanılmaz lezzetli bifteğin yanında bir Cahors şarabı içiyorum.
Yemeği mus şokola ve dondurmadan oluşan tatlı ile bitiriyorum. Güzel bir öğlen yemeğinin vermiş olduğu mutlulukla 30 euro’yu masaya bırakıp Paris gezime devam ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder