Bir haftalık
seyahatimde kuzeye doğru yönelerek Eramusun başkenti Vilnous’dan, Baltıkların
Paris’i Riga’ya vardım. Ardından Old Town’uyla turistlerin gözdesi Tallin’den,
düzenli hayatıyla Helsinki kadar uzandım.
İlkbaharın yavaş
yavaş veda etmeye başladığı bir mayıs akşamında Litvanya’nın başkenti Vilnius’a
doğru yola koyuluyorum. Kışın çetin geçtiği için bahar ayını seçtiğim gezimin
ilk ayağı burası. Havalimanı
yakınlarındaki otele yerleşmem sekizi buluyor. Sabah erkenden tur grubuyla
şehri keşfe başlıyorum. Mayısta çalışanlar izin kullanmıyor, gruptakilerin çoğu
emekli. Beş yüz bin nüfuslu Vilnius Litvanya’nın başkenti ama bizim için bir
kasaba büyüklüğünde, bu kent en çok basketbolla anılıyor zira Litvanya dünyaca
ünlü basketbolcular yetiştiriyor. Komşu kent Kaunas’ın takımıyla olan rekabeti
de unutmamak lazım.
Bu kent denildi
mi akla bir başka Erasmus geliyor. Bir öğrenci kenti burası. Gezilecek yerlerin
sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor, yarım gün bu iş için yeterli. Eski
kentin tarihi kapısından Auros Vartu
boyunca ilerleyecek şehir meydanına varıyorum.
Turistler kapının
girişindeki kilisenin tepesine çıkıp foto çekmekten keyif alıyorlar ama ben
şehir meydanında deklaşore basmayı tercih ediyorum. Instagram’a koyduğum bu
foto beğeni topluyor. Kentin ünlü klüplerin yer aldığı bu meydanda Litvanyalı
gençler lüks arabalarıyla piyasa yapıyorlar, arabaların arasında bir z4’te
görüyorum.
Birbiri ardına dizilen restoranların arasında Gediminas Kalesinin
olduğu meydana varıyorum. Panoromik Vilnius manzarası isteyenler dik
merdivenleri çıkmayı göze alıp, kalenin tepesine çıkabilir. Caddenin üstündeki
chapuri yapan büfe bir şeyler atıştırmak isteyenler için biçilmiş kaftan.
Meydandan sağ
tarafa doğru ilerleyince gotik bir kilise karşımda yükseliyor, yolun devamında
ise entrasan bir semt var. Uzupis Cumhuriyeti. Kendine ait bir anayasası olan
matrak bir yer burası. Entellerin meskeni olan
Uzupis’i biraz dolaştıktan sonra Vilnius’un ana caddesi Gedimo’daki Boom
Burger’de bir yemek molası veriyorum. Sosyetenin dolaştığı bu cadde ve Vilnous
ve İskanjus sokaklarında barlar haftasonu tıklım tıklım doluyor.
Sabah erkenden
Riga’ya hareket ediyorum. Letonya’nın biralarıyla ünlü Baukas kentinden bir
öğlen molası verdikten sonra Baltıkların Paris’i Riga’ya merhaba diyorum. Eski
kentin birkaç kilometre uzağındaki bir adada yer alan otelinden merkeze ulaşmam
zor olmuyor. Daugava nehri kenarına kurulmuş bu kent art nouveau binaların
süslediği geniş bulvarlarla Paris’i anımsatıyor. Sıcaklık otuz derece ama
kentin dört bir yanı birçok parklar ve bahçelere bezendiğinden imdada yetişiyor. Nehir kenarında sandal keyfi
yapan çiftleri izlerken kendimi özgürlük meydanında buluyorum.
Meydanı kentin
simgesi House of Blackheads’e bağlayan Kalku caddesi her daim kalabalık. Riga
kenti kadar kızlarını da güzelliği dillere destan. Etrafta dolaşan birbirinden
güzel kızdan gözümü alamıyorum. Eski kente birkaç küçük yapı dışında dikkat
çeken bir bina yok.House of Blackheads önünde bir hatıra fotoğrafı
çektirdikten sonra Dom katedralline varıyorum. Geri planda görülen devasa Fen
Akademisi Binası Riga’daki Stalin mimarisinin yansıması.
Baltık turumdan dört
ülkenin başkentini gezdim, aralarında açık ara en güzeli
Riga’ydı. Balık pazarında yer alan Silkites un Dillites lezzet severlerin
es geçmemesi gereken bir adres zira taptaze balıklardan enfes yemekler
yapıyorlar, somonları şimdiden favorim oldu.
Ortasında bir kanalın
geçtiği, sokakları güzel binalaralar süslenmiş Baltıkların Paris’i bu şehirde
zaman su gibi akıp geçiyor, Aksam kente dolaşırken Kalku sokağındaki pelmeni
tabelası dikkatimi çekiyor, pelmeni bizim mantının Rusçası, genelde Eski Sovyet
coğrafyasındaki ülkelerde hamurumsu, lezzetsiz mantılarla karşılaştım, buradan
pek ümitli değilim ama yine de bir deneyim diyorum.
Çıtı pıtı Rigalı kızlar
mantıyı self servis tezgâhtan alıyor, sonra tartıp ödüyorlar. Ben aynı şekilde bir tabak mantı alıyorum,
sirkülasyon çok olduğundan mantılar hamurlaşmamış, mantı hiç tahmin etmediğim
kadar lezzetli bedavadan biraz pahalı olması da cabası, 2 Euro. İstanbul’da
böyle bir mantıcı olsa her hafta sonu giderim!
Dört saatlik bir
otobüs yolculuğunun ardından Ülemiste gölü yakınlarındaki otelime varıyorum. Üç
gün Tallin’de kalacağımdan 8 euroya toplu taşıma kartı alıyorum. Otele
eşyalarımı bıraktıktan sonra tranvayla yarım saatte Viru kapısındayım. Tallin
liman kenti olduğundan Riga Ve Vilnius’e göre daha çok turist çekiyor. Riga kadar güzel bir kent değil, gereksiz bir popülaritesi var bu kentin, Old
Town içinde bir süre kafe ve barlar var, akşamın geç saatlerime kadar ortam
canlı.
Aleksandr Levksi
Katedrali eski şehrine soğan kubbeleriyle renk katıyor. St Olav kentin bir
başka önemli kilisesi. Old town yüksek tepelik bir bölgeye kurulmuş, yürümek
için ideal değil, Patkuli ve Piiskopi gözlem noktaları kentin panaromik
görüntüsünü çekmek için biçilmiş kaftan. Old town meydanı her zaman hareketli,
yazın meydanda klasik müzik konserleri veriliyor. Meydanda bir süre vakit
geçirdikten sonra Patkuli gözlem
platformuna doğru tırmanıyorum. Dik bir
çıkış ama pişman olmuyorum zira Patkuli’de şehir manzarası ayaklarımın altına
seriliyor.
Birkaç akşam eski
şehirde denediğim restoranlar beklentimi karşılamayınca, Tallin merkeze 30 kilometre uzaklıktaki Viking köyüne doğru
yola koyuluyorum. İçerisinde bir Viking kalesinin de yer aldığı köy hafta sonu
çocuklu aileler için ideal. Mönü balık ağırlıklı, balıkları ızgarada veya füme
olarak pişiriyorlar.
Somon yemek istemem
kendi balığını kendim tutarım diyenler, bir otla isteyip alabalık avına
çıkabilir. Oldu da balık bir türlü oltanıza takılmadı, mekândakiler sizin için
bir balık tutuyorlar. Bir süre sabırlı bir bekleyişten sonra balık tutmayı
başarıyorum, grupla gittiğimizden alabalıkla birlikte somon ve salata da
sipariş ediyorum. İçecek olarak eski Rus
coğrafyasının geleneksel içkisi kvası alıyorum. Sovyet kolası olan adlandırılan
kvas çavdar ekmeğin mayalanmasıyla elde edilen düşük derecede alkolü,
serinletici bir içecek.
Somonun anavatanı olan
bu topraklarda kötü somon bulmak imkânsız, alabalık ta sınıfı geçiyor. Yemek
sonrası ister Viking baltalıyla, oklarıyla atış yapın; ister Pirita nehri
boyunca bir yürüyüşe çıkın, karar sizin!
Sabah feribotla
Tallin’den Helsinki’ye gidiyorum, sanki Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçer gibiyim,
ulaşım rahat, feribot konforlu, 2 saatte Finlandiya’nın başkentindeyim. Eski Demir Perde
ülkeleri Euroya geçtikçe hayat pahalılaşıyor, Riga, Tallin’de bu kolaylıkla
fark edilebiliyor, Macaristan ve Çekya’nın Euro’ya geçmemesi çok mantıklı. Tallinn’in karşında hayat daha da pahalı,
etiketlerden Avrupa Birliğinde olduğunuzu hissediyorsunuz. Helsinki pek te
turistlik bir kent değil, kışın çetin geçtiği bu kentte yaşayanlar para
kazanmak için buralara geliyor, sokaklar Müslüman, fakir göçmenlere dolu, bir
yanda da zengin Finliler var.
Limandan
yürümeye başlıyorum, ikinci el eşya pazarının içinden geçip yol boyu
ilerleyince Uspenski Katedrali karşımda yükseliyor. Senato meydanı, tarihi tren
istasyonu yürüme mesafesinde. St. John kilisesi etraftaki bir başka güzel
mimari yapı. Senato meydanındaki II.
Aleksander heykeli Rus Fin tarihinin yansıması.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder