Bu yaz Ege Akdeniz’e gitmek yerine Dubrovnik’e gitmeye karar verdim. Amacım Adriyatik’in incisi olan bu kentte hem deniz keyfi çıkarmak hem de yeni bir kültür ile tanışmaktı. Tarihi kentin birkaç kilometre uzaklıktaki Lapad yarımadasındaki bir otele rezervasyon yaptırdım. Dolmuşlarla kısa bir sürede Eski Şehir’e (Old Town) ulaştım. Turuncu renkli çatıları saran şehrin surları 15 yüzyılda Osmanlı’ya karşı şehri savunmak için yapılmış, bu kentte sanki zaman durmuş, Ortaçağ’da gibiyim.
Dubrovnik sanılanın aksine Osmanlı tarafından alınmamış, Hırvatlar
Osmanlı’ya yalnızca vergi vermişler. İki kilometrelik şehrin duvarına saklanan
Dubrovikliler Venedik ve Osmanlı arasında politika yaparak bir çeşit casusluk faaliyetleri
göstermiş. Teleferik’le kentin panoramik manzarası izlemek güzel
olsa da pahalı bir seçenek, kişi başı 20 euro! Alternatif olarak Eski Kent
Merkezine giden otoyolun tepesinde bir foto molası verebilirsin zira bu noktada
Dubrovnik ayaklarınız altına oluyor.
Eski şehri ikiye bölen ana caddesi Stradun boyunca ilerliyorum.
Dubrovnik’nin yaşamında, mutfağında İtalyan etkisi hissediyor. Pizza satan küçük pizzeria dükkanları burada
çok yaygın. Stradun kelimesi de İtalyanca geniş cadde anlamına geliyor. Cadde Pile
Kapısı’ndan adalara giden tekne turların kalktığı limana kadar uzuyor. Tarihi
surlar içindeki Old Town yılda üç milyon turist ağırlıyor, gündüzleri
cruiselerle gelen günübirlik turistlerin akınına uğruyor. Günübirlikçiler
birkaç foto çektirip rotalarındaki bir sonraki durağa koşar adım gidiyorlar.
Ortalık sessizleşince etraf sadece yazlıkçılara kalıyor, şehrin gerçek anlamda
tadına varıyorsun.
Stradun’un başında 15.yüzyılda
yapılan Büyük Onoforio Çeşmesi var. Çeşme Dubrovnik şehrinden uzakta inşa edilmiş ve inşası bitince
şehrin ortasına taşınmış.
Bu çeşmenin yanındaki Fransisken
Manastır’nın içinde Avrupa’nın en eski
eczanesi yer alıyor. Manastırın avlusundaki zeytin ağaçları altında biraz
soluklanıyorum.
Stradun Caddesine bağlanan ara sokaklarda bir birçok kafe, bar,
dükkân var. Labirenti andıran sokaklarda kaybolmak keyif verici.
Hırvatlar
Türk insanına yakın bir millet, Sıla, Ezel gibi Türk dizileri izleniyor.
Dükkanlar, restoranların önünde turist avcısı gelgelci Hırvatları görünce bir
an acaba Türkiye ’demiyim diyorum. Ama fiyatlar Türkiye gibi değil, Hırvatlar
Euro’ya geçince hayat pahalılaşmış.
Birkaç dakika sonra Luza
meydanındayım. Eski pazar alanı olan bu meydanın Çan Kulesi üzerinde yükseliyor.
Meydan’daki sütün dikkatimi çekiyor. Efsane bir Frank
şövalyesi olan Ronald’a adını alan bu sütun yüzyıllardır bu meydanda yer alıyor
ama kent tarihliyle hiçbir alakası olmayan bu şövalyenin isminin sütuna verilmesi
oldukça tuhaf.
Kuzey yönünde ilerlediğimde Gotik
ve Rönesans esintileri taşıyan Sponza Sarayı ve Dominik Manastırı görülmeye değer adresler. Meydanın güneyinde ise güzel kubbesiyle
katedral ve bir zamanlar kentin yönetildiği Rektör Sarayı yer alıyor.
Luza
meydanın bir taş atım uzaklığında ufak bir meydan daha var: Gunduliceva meydanı Osmanlı’ya karşı zafer kazanan Hırvatlara
övgüler düzen şair Ivan Gundulić heykeli bu
meydanı süslüyor.
Eski Şehrin karşısndaki bir kayanın üstüne kurulu Lovrijenac Kalesi yüzyıllara meydan okurcasına karşımda yükseliyor. Lovrijenac’in ihtişamı filmcilerin de dikkatinden kaçmamış, Game of Thrones’un bazı önemli sahneleri burada çekilmiş.
İstiridye cenneti Dubrovnik’e gelmişken bu lezzeti tatmadan dönmek olmaz, bunun için Gunduliceva meydanındaki mütevazı restoran Kamenica biçilmiş kaftan. Kamenica Hırvatça istiridye anlamı geliyor, istiridye genelde şampanya ile içilse de Hırvatlar bu lezzeti sert lager tarzı biralarla tadıyorlar. Onlara uyup bira ve istiridye alıyorum, istiridye çok taze, biraya yakışıyor fakat bizim damak tadımızın biraz uzağında bir lezzet.
Bir başka yöresel yemek olan siyah risottoyu deniyorum. Mürekkep balığının mürekkebi pirince güzel bir tat katmış. Dubrovnik’te yediklerim deniz ürünlerini belli bir düzeyde ama Barselona’da yediklerimle kıyasladığımda, Hırvatlar İspanyolların biraz gölgesinde kalıyor. Yemekten sonra şehrin tarih kokan sokaklarında kısa bir yürüyüş yapıp, Pile kapısındaki tarihi Dubravka 1836 kafesinde İtalyan gelatoları andıran ev yapımı dondurmalarıyla damaklarını şenlendirebilirsiniz.
Hırvatlar doğayı çok iyi
korumuş, Lapad yarımadasındaki otelin önünden denize girilebiliyor ama ben
Dubrovnik’in dünyaca ünlü adalarını merak ediyorum, limandan adalara
giden teknelerden birine atlıyorum.Eski Şehrin karşısndaki bir kayanın üstüne kurulu Lovrijenac Kalesi yüzyıllara meydan okurcasına karşımda yükseliyor. Lovrijenac’in ihtişamı filmcilerin de dikkatinden kaçmamış, Game of Thrones’un bazı önemli sahneleri burada çekilmiş.
İstiridye cenneti Dubrovnik’e gelmişken bu lezzeti tatmadan dönmek olmaz, bunun için Gunduliceva meydanındaki mütevazı restoran Kamenica biçilmiş kaftan. Kamenica Hırvatça istiridye anlamı geliyor, istiridye genelde şampanya ile içilse de Hırvatlar bu lezzeti sert lager tarzı biralarla tadıyorlar. Onlara uyup bira ve istiridye alıyorum, istiridye çok taze, biraya yakışıyor fakat bizim damak tadımızın biraz uzağında bir lezzet.
Bir başka yöresel yemek olan siyah risottoyu deniyorum. Mürekkep balığının mürekkebi pirince güzel bir tat katmış. Dubrovnik’te yediklerim deniz ürünlerini belli bir düzeyde ama Barselona’da yediklerimle kıyasladığımda, Hırvatlar İspanyolların biraz gölgesinde kalıyor. Yemekten sonra şehrin tarih kokan sokaklarında kısa bir yürüyüş yapıp, Pile kapısındaki tarihi Dubravka 1836 kafesinde İtalyan gelatoları andıran ev yapımı dondurmalarıyla damaklarını şenlendirebilirsiniz.
Dubrovnik yanıbaşında irili ufaklı on üç ada var ama bu adaların
sadece üç tanesine yerleşim var. Güzel kumsallar, sakin koylar, tarihi evler,
yemyeşil bir doğayla içiçe olan elafiti adaları yolculuğum ilk durağı Lopud
Adası.
İstanbul’daki adalar gibi bu adalara da araba girmiyor, doğa ile iç içesiniz. Altın renkli Sunj plajında güneşlenip masmavi denizin keyfini çıkarıyorum. Bir sonraki durağım ise adaların en büyüğü Sipan. Geçmişe meydan okuyan bir yazlız saray ve ardında bir kilise ziyaretçileri karşılıyor. Sipan’ın masmavi koyları en az Bodrum koyları kadar güzel.
Son durağım ise Dubrovnik’e en yakın ada olan Kolocep. Çam ormanları içindeki taş evleri,
kumsal plajıyla Eski Kent’teki turist kalabalığından uzak, dingin bir diğer
ada.
Gün bitimiyle beraber tur teknesi Dubrovnik limanına yanaşıyor. Sahildeki Posklisar’da bir yemek molası veriyorum. Dubrovnik limanına bakan restoranın ambiyansı hafızada iz bırakacak cinsten. Mekânın deniz ürünleri ağırlıklı bir mönüsü var. Başlangıç olarak yörenin dillere destan Dalmaçya usulü balık çorbasını denemek istiyorum.
Midye, balık, domates ve sebzeler ile hazırlanan çorba sınıfı geçiyor. Ana yemek olarak Poklisar’ın spesiyali Dalmaçya sebzeleri yatağında lipsozu ısmarlıyorum. Hoş bir sunumda gelen balık karnınızdan evvel gözünüzü doyuruyor. Olağanüstü bir lezzetli değil ama Poklisar’ın kavındaki Hırvat şaraplarıyla eşleştirildiğinde güzel bir uyum yakalanabilir.
3 yorum:
güzel bir yazı açıklayıcı bilgiler teşekkürler özerepoksi
Alper yazını çok beğendim. Ben de www.gezginstar.com üzerinde Dubrovnik ve hayat pahalılığı ile ilgili bir yazı paylaştım.
Teşekkürler, siz de güzel bir blog yapmışsınız.
Yorum Gönder