25 Eylül 2018 Salı

Benelüks’ün üç kentinde bir hafta

Bu seferki Avrupa seferimde; bürokrasinin Kalesi Brüksel,  kuzeyin masallar kenti Brugge, zenginlerin meskeni Lüksemburg’e doğru uzandım.

Sabah erkenden Amsterdam’dan Benelüks turumun bir diğer durağı olan Brüksel’e hareket ediyorum. Brüksel’e bürokrasinin kalesi desek yanılmış olmayız zira Avrupa birliği ve Nato’nun merkezi bu kente yer alıyor.  Birçok göçmenin yaşadığı Brüksel diğer Avrupa kentlerine kıyasla biraz sevimsiz bir kent.


Bruksel’in simgesi Grand Palace‘la gezime başlıyorum. Dört bir yanımı saran Ortaçağ mimarisinin olağanüstü bir yansıması binalar, Arnavut kaldırımda uçuşan güvercinler, burada zaman adeta durmuş gibi.   Meydanın üzerinden gotik kulesiyle Hotel de Ville tarihe meydan okurcasına karşıma yükseliyor.  Bu şaheserin karşında günümüzde kent müzesi ev sahipliği yapan bir zamanların kral evi Maison de Roi yer alıyor.
Meydanda bir süre geçirdikten sonra çikolata, waffle kokan ara sokaklara dalıyorum, esen rüzgar kulağıma Jacques Brel’in  Brüksel şarkısını fısıldıyor. Önüme çıkan bir dükkandan bir avuç çikolata alıp damağımı şenlendiriyorum. Belçika’nın çikolatası dünyaca ünlü ama Belçika’da kakao yetişmiyor. Gana’dan ithal ettiği kakao çekirdeğiyle ünlü Belçika çikolatasını yapıyorlar. Belçika’nın dünyaca ünlü Godiva’nın  yakın geçmişte Ülker’ın aldığını hatırlıyorum. Umarım bu satın alma ülkemizdeki çikolata kalitesinin yükselmesine vesile olur.
Bir sonraki durağım, Galeries Royales St Hubert pasajı. Cam tavanıyla Milano’daki The Galleria Vittorio Emanuele II pasajını andıran bu pasajdaki çikolatacılar, lüks butikler ve dantel mağazaların arasından geçerek St. Michael ve St. Gudula Katedraline Victor ulaşıyorum, Victor Hugo’nun Gotik mimarinin en sade örneği olarak nitelendirdiği katedral Notre Dame’a benzerliğiyle dikkat çekiyor.
Belçika’ya gelmişken waffle yemeden dönmek olmaz. Waffle Factory’de bir waffle molası veriyorum,  buna değiyor, harika bir waffle yapıyorlar.

Meydana bağlanan ara sokaklardan birinden aşağı indiğimde kentin simgesi İşeyen Çocuk Heykeli’yle (Manneken Pis) karşılaşıyorum, altmış cm’lik heykel turistlerin ilgi odağı, Grand Palace’a kıyasla bu heykel hiçbir şey. Çocukla ilgili Şaban filmlerini aratmayacak bir hikâyesi var, bir zamanlar kentte bir yangın çıkmış bu memlekette ve bu çocuk yangını işeyerek söndürünce aziz ilan edilip heykeli dikilmiş.

Kısa bir yürüyüşün ardından Mort der Arts, tepedeki bu küçük park güzel bir manzara vaat ediyor, deklanşöre basıp bir Brüksel hatırası çekiyorum.
Biraya yapmak Belçikalılar için bir gelenek, dünyaca ünlü Duvel, Chimay son yıllarda ülkemiz tarafından ithal ediliyor. Trappist ve artizanal binlerce birayı barındıran Delirium biraseverlerin es geçmemesi gereken bir adres.

Belçika’da ve Hollanda’da patates kızartması çok popüler, patates kızartması yapan küçük dükkânlar var. Ama neden patatese french fries deniyor?  Bir rivayete göre bu isim İkinci Dünya Savaşında ortaya çıkmış, Fransa – Belçika cephesinde savaşan Amerikan askerleri patates kızartması çok beğenmişler, bölgenin Fransa’ya ait olduğunu düşünerek kızartmaya french fries demişler, Belçika mı Fransız kızartması mı olduğu tartışılır ama en iyi patates kızartması Hollanda’da yapılıyor.

Bir sonraki durağım Brüksel Kraliyet Sarayı. Günümüzde kraliyet ailesi neo-klasik mimarili sarayda ikamet etmek yerine Laeken Kalesinde yaşıyor. Kraliyet ailesinin düğün ve cenaze törenleri düzenlendiği Saint Jacques-sur-Coudenberg kilisesi etraftaki görülmeye değer bir diğer adres.

Belçika Kraliyeti denince akıllara zalim Belçika Kralı II. Leopold geliyor. 19. yüzyılda II. Leopold,  Kongo’da köle ticaretiyle savaşacağını söyleyip insani yardım için yola çıktığı hareket amacından sapmış, sömürü ve soykırıma dönüşmüş, altı milyon Kongolunun katledildiği o günler Belçika tarihinde bir kara leke olarak yer almış.

Yolumun üzerimdeki Bourse de Bruxelles Yunan tarzı mimarisiyle göz kamaştırıyor, sonra güzel bir parka denk geliyorum: Cinquantenaire Parkı. Belçika’nın özgürlüğünün 50. yılı anısına yapılmış, güzel bir zafer takının yer aldığı park  kentin akciğerli gibi adeta.  Yeşillikler içinde bir göleti barındıran bu park piknik yapmak, dinlenmek için biçilmiş kaftan.
Belçika dünyaca ünlü karikatüristler yetiştirmiş bir ülke. Şirinlerle  çocukların dünyalarına renk katan  Peyo ve çocukluk kahramanlarımızdan Red Kit’in yaratıcısı Morris tarihe isimleri altın harflerle yazmış iki büyük karikatürist. Herge’nin kaleme aldığı Tenten’in de bu topraklarda doğduğu da unutulmamalı.  
Çocukluk günlerine dönmek isteyenler için kente hoş bir müze de var. Belçika Karikatür Müzesine Karikatür severleri hayali bir yolculuğa davet ediyor.

Merkezinden uzaklaşıp modern Brüksel’in sembolü Atomium’e gidiyorum. Demir kristalinin yüz altmış beş milyar kere büyütülmüş halini simgeleyen   Atomium EXPO 1958 için inşa edilmiş. On sekiz metre çapında olan 9 küreden oluşan anıta asansörle çıkılabiliyor.
Yakınlardaki bir diğer görülemeye değer yer ise Mini Europe. Eiffel Kulesinden San Marco Meydanı Avrupa’nın birçok simgesinin barındıran bu park çocuklar için bir cennet adeta.
Parkın ilerisinde ise Heysel stadyumu yer alıyor. 29 Mayıs 1985 günü Juventus - Liverpool maçında taraftarlar arasında arbedede 39 kişinin can verdiği facia hafızalardan silinmiyor.

Ertesi gün Belçika’nın Kuzeyin Venedik’i Brugge gidiyorum. Bazılar için burası hayatın koşturmasından uzaklaştıkları bir vaha, bazıları içinse günübirlik uğranıp birkaç saat geçirdikleri bir Benelüks turu durağı.  Burada zaman adeta durmuş gibi, ortadan gecen kanalıyla sevimli mimarisi çikolata kokan sokaklarıyla kendini hayran bıraktıran bir şehir.
Kent girişinde beni güzel bir park karşılıyor. Koning Albertpark ilerleyerek tarihi kentin kalbinin attığı  Markt Meydan’na doğru yola koyuluyorum. Church of Our Lady Kilise’nin yüz yirmi iki metrelik tuğla çan kulesini bu masal kent üzerinde yükseliyor adeta. Brugge sanılanın aksine Amsterdam gibi kanallarla sarmalanmış değil, tarihi kentin içinden sadece bir kanal geçiyor. Gezilip görülecek yerlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Rozenhoodkai Caddesi üzerinden gitmek istiyorum zira “Quay of the Rosary” in muhteşem bir manzarası vaat ediyor. Bir tarafta tekne turu yapanlar kenti seyre dalarken, diğer tarafta bir grup fotoğraf makinalarıyla bu romantik kentteki anılarını ölümsüzleştiriyorlar.
Birkaç dakika içinde Markt (Pazar) meydanındayım. Seyyar satıcı tezgâhları arasında dolaşıyorum, fayton sesleri kalabalığa karışıyor.  Brugge Amsterdam geçmişte ticaretin önemli merkezlerinde birisiymiş. Meydandaki binalarda ticari loncalara aitmiş. Meydana açılan bir sokaktaki Chez Albert’te bir waffle molası veriyorum, mahcup etmiyor ama Bruksel’deki Waffle Factory’deki düzeyde değil.
Sıradaki durağım kentin simgesi Belfry Kulesi geçmişte yangınları tespit etmek için gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Kulenin önünde iki tetikçinin Brugge’taki macerasını anlatan kara mizahın en güzel örneklerinden olan ‘Im Bruges’ filmden komik sahneler gözümün önünde canlanıyor. 13. Yüzyılda yapımına başlanan kulenin tepesine çıkmak için 366 merdiven çıkmanız gerekiyor, filmdeki Amerikalılar gibi değilseniz, pek sıkıntı olmaz!
Meydandaki Historium müzesi tarih meraklıları için ilgi çekici olabilir ayrıca eski postane binasını bira müzesine çevirmişler, biraseverlere duyurulur. Breidelstraat Caddesi üzerinden ilerlediğimde gotik mimarisiyle Burg Meydanı’na ulaşıyorum. Belediye binasının olduğu bu meydan gotik, Rönesans, neoklasik mimarinin bir sentezi.
Gezi son gün dünyanın en zengin ülkesindeyim, Lüksemburg’dayım. Yemyeşil ormanların arasında şirin bir ülke, yol boyunca lüks spor arabalar dikkatimden kaçmıyor. Buradaki insanlar gündüz çalışıp gece Brüksel ve etraftaki diğer illerdeki evlerine dönüyor, akşam sekizden sonra sokaklar tenhalaşıyor, sanki in cin top oynuyor.
Kent merkezindeki eski kiliseleri, taş sokakları arasından Bock of Casemates Kalesi’e ulaşıyorum. Geçmişte kalenin altındaki savuma amaçlı tüneller günümüzde turistler akına uğruyor. Dışarıda kavurucu sıcak var ama tünellerin için bir o kadar serin. Kalenin tepesine çıktığımda Petrus vadisinin eşsiz manzarası ayaklarım altına seriliyor.
Kısa bir yürüyüşün ardından Place d’Armes olarak bilinen şehrin ana meydanı yaz akşamları klasik müzik konserleri düzenleniyor. Güzel bir şehir planlaması yapılmış, çevredeki bazı caddeleri trafiğe kapatmışlar. 
Yolum devamında 1572-1795 yılları arasında belediye binası olarak inşa edilen Büyük Dük Sarayı (Grand Ducal Palace) arz- endam ediyor.
Luksemburg’da da  Notre-Dame Katedrali var,  Rönesans tarzı mimarin bir yansıması olan katedrali selamlayıp Guillaume Meydanı’na varıyorum. Hollanda Kralı ve Lüksemburg Dükü olan II. William’ın atlı bir heykelinin bulunduğu meydanda, zarif bir belediye binası ile meşhur Tremont Aslanları görülmeye değer. 


 

Hiç yorum yok: