21 Ağustos 2018 Salı

İspanya’nın soylu kenti Madrid

İspanya İmparatorluğuna yüzyıllarca başkentlik etmiş Madrid tarihi bir kent ama karasal iklimiyle bürokratik bir kent havası onun diğer İspanyol kentlerine göre daha az cazip kılıyor.

Barselona’dan kara yoluyla Madrid’e geçiyorum. Barselona İstanbul’sa Madrid Ankara. İspanya turunda önce Madrid’e sonra Barselona’ya gitmekte fayda var zira doğasıyla, mimarisiyle, Akdeniz iklimiyle  Barselona bambaşka. Madrid’te kaldığım otel merkezin uzağında San Sebastian de Las Reyes’te. Tren ve metroyla kentin kalbinin attığı Sol Meydanı’na ulaşıyorum. On caddenin kesiştiği bu meydanı İspanyollar güneş kapısı olarak adlandırıyorlar.


Madrid simgesi ayı ve çiçek ağacı heykelini geçiyorum az ilerimde İspanyolların tarihi meydanı Plaza Mayor arnavut kaldırımlı sokaklarıyla beni karşılıyor. Dokuz kapısı olan dikdörtgen meydanın etrafında dizilmiş kafelerde turistler vakit geçirmekten çok hoşlanıyor. Meydanın ortasında 3. Felipe‘nin heykeli yüzyıllara meydan okurcasına karşında yükseliyor. Meydan tarih boyunca kutlamalara, boğa güreşlerine, İspanyol engizisyon zamanında idamlara şahitlik etmiş.
İspanyoların churros adında meşhur bir hamur tatlısı var.  Plaza Mayor yakınlarında San Gines Pastanesi, bu tatlıyı bir asırdan uzun süredir yapıyor. Merak edip denemek istiyorum. Churros deve hamurunu andırıyor. İyi bir sıcak çikolata yerin, kakao karışıma daldırıp yiyorlar, obur doyuran bir tatlı.

Meydanın az ilerisinde Mercanto San Migel Pazarı yer alıyor, ilk bakışta Barselona’daki La Boqueria andırıyor, pazarın içinde dolaşınca fikrim değişiyor, La Boqueria gibi tarihi bir yer değil,  turist kapanı bir yer.

Kısa bir yürüyüşün ardından kraliyet sarayındayım. Amerika’nın keşfinden sonra altın dönemi yaşayan İspanyol kraliyet ailesine yüzyıllarca ev sahipliği yapmış dört yüz odalık saray Avrupa’nın en büyük saraylarından birisi.
 Sarayın yanında Almudena Katedrali yer alıyor. Yapımı üç yüz elli yıl süren ve 1993’te yapımı tamamlanmış. 2004’te İspanya Kralı VI. Felipe ve Kraliçe Letizia Ortiz burada evlenmesi katedralin popülaritesini artırsa da katedral bir türlü halkın beğenisini kazanamamış.
Almudena Katedrali’nden Madrid’in ana caddesi Gran Via’ya doğru ilerliyorum. Art nouveau, art deco mimarinin yansıtan binalar arasında caddeyi arşınlanmaya başlıyorum. Calle de alla ile başlayan Placa de Espanya’la son bulan mağazaların restoranların birbiri ardına dizildiği bir alışveriş caddesindeyim.
Gran Via’nın üzerindeki Metropolis bana Manhatan’daki Flatiron binası anımsattı, kentin en güzel binalardan birisi olan Metropolis önünde foto çektirmek turistlerin vazgeçemediği bir alışkanlık, yolun devamında Banco Espana gözalıcı neoklasik, barok cephesiyle yer alıyor.
Bir sonraki durağım Plaza de Cibeles Meydanı, bu meydan en çok dünya futbol devi Real Madrid’in zaferleri sonrası kutlamalarıyla hatırlanıyor. Palacio de Comunicaciones binası ve önündeki havuz meydana bambaşka bir ambiyans katıyor.

 
 
Futbol meraklıları Real Madrid’in futbol mabedi Santiago Bernabéu Stadına gitmeleri içi kent merkezinden biraz uzaklaşmaları gerekecek, oldu da maç bileti bulamadınız, stattaki müzeyi dolaşabilirsiniz.
Madrid sanatsal zenginlikte eserleri barındıran müzelere sahip bir kent. Plaza de Cibeles Meydanı güneyindeki bölge altın müze üçgeni. Prado,  Reine Sofya ve Thyssen müzesi.  Goya ve El Greco’nun şaheserlerine bir yolculuk için bu bölgede birkaç saat geçirmeye değer.

İngiliz demir ve cam işçiliğinin güzel bir örneği olan Atocha Tren istasyonu geçerek Retiro Parkı’na ulaşıyorum. Burası şehrin içindeki saklı kalmış bir cennet gibi. Parkın ortasındaki kristal saray büyüleyici. Koşanlar, patenle kayanlar, kuğuları izleyip hayallere dalanlar, kayık sefasına çıkanlar… Bir an kentin sevimsiz kalabalığından uzaklaşıyorsunuz. Keşke İstanbul’da merkezi bir yerde böyle bir yer olsa.
Merkeze yakın bir semt olan Salamanca’ya Madrid’in moda bölgesi desek yanılmış olmayız. Lüks butiklerin birbiri ardına dizildiği Salamanca sokakları moda severlerin akınına uğruyor. Malasana ise bohem atmosferiyle İspanyolların vakit geçirmekten hoşlandıkları bir semt.

Madrid’ten bahsetmişken Cervantes bahsetmemek olmaz, Dünyanın en çok basılan kitaplarından biri ve tarihteki ilk roman insanlığın çağdaş bir destanı. Madridli yazarın şaheserinde şövalyeliğin çöküşünü alaycı bir dille karikatürize ederken düşle gerçeğin çatışmasını da gözler önüne serer. Madridler hemşerisine vefasızlık etmemiş, güzel bir anıt yapmış. Plaza de Espana meydanındaki Cervantes anıtında Don Kişot, uşağı Sancho ve Cervantes bizi selamlıyor.
İspanya denince akla gelen bir diğer konuda boğa güreşleri.  Bir meydan okumadan çok yalandan bir dövüş aslında. Güreş öncesi uyuşturulan boğanın karşına çıkıp  öldürücü darbeler indirmek ucuz bir kahramanlık. Kimilerine göre spor, kimilerine göre vahşet ama bir gerçek var ki  günümüzde belli bir kesimin hala ilgisini çekiyor boğa güreşleri. Retiro parkının ilerisindeki Plaza de Toros de Las Ventas’ta bu etkinlik düzenleniyor meraksına duyurur. 

Tarih kokan sokaklarında dolaşırken karnım zil çalmaya başlıyor, bir tapa molası vermek istiyorum. On yedi bölgeden oluşan İspanya’nın kalbi Madrid Avrupa’nın en kalabalık başkentlerinden birisi. Şehrin gastronomi dünyasında bu kozmopolitliğinin birçok yansımalarına şahit oluyorsunuz, Prado müzesi yakınlarındaki Maceiras Galiçya mutfağının Madrid’teki önemli temsilcilerinden.
 
 

Samimi tabernalarda tapa yemek Madrid’liler için bir gelenek. Cervantes’in Don Kişot’un ikinci cildini yazdığı evin bulunduğu Huertas sokaktaki Taberna Maceiras’a gittiğimde de benzer bir ambiyansla karşılaşmam beni şaşırtmadı. Mekanın rustik design edilmiş hoş bir salonunda misafirlerin çoğu büyükçe masalarda hep birlikte yemekleri tadıyor. Yemek kadar sosyalleşmeninde önemli olduğu tabernalarda birkaç kişin paylaştığı racion’lar biçilmiş kaftan.
Başlangıç ısmarladığım olarak bir Galiçya spesiyali olan sebzeli, deniz ürünleriyle yapılmış bir börek güzel bir başlangıç yemeği. Ardından sofraya teşrif eden ise domates sosluyla pişirilmiş ufak deniz tarakları (berberechos) ise beklentimin biraz altında zira Madrid denize kıyısı olmadığından deniz ürünlerinin tazeliği açısından Barselona’nın biraz gerisinde. Barselona’daki El Quim’deki yediğim deniz tarağı kadar olağanüstü olmasa da domates sosunun lezzet kattığı hoş bir yemek.

Son olarak Maceiras 'nın medarıiftiharı bir öğün geliyor, zeytinyağında ızgara ahtapot (pulpo), sadece bu yemeği yemek için bile Maceiras’a gidilir. Ahtapota eşlik eden yöresel Galiçya birası da oldukça lezzetli. Seçici damaklarını renkli ve lezzetli bir yolculuğa çıkartan Maceiras’ta fiyatlarda el yakmıyor, Galiçya böreği 4 Euro, deniz tarağı 7 Euro, ahtapot 10 Euro. Bu lezzet diyarından cüzdanınızı hafifletmeden çıkmanın haklı gururuyla; ister Prado müzesinin gidip eşşiz koleksiyonları inceleyin, ister Retiro parkına doğru uzanıp güzel bir sandal sefası yapın, karar sizin!

Hiç yorum yok: