28 Şubat 2021 Pazar

Quartier Latin'den Conconde'a- Romantizmin başkenti Paris (2/7)

Quartier Latin'den Conconde'a
             Chez Casimir’den bir dönem entelektüellerin kalesi olan şehrin sol yakasına gidiyorum. St. Germain ve St. Michel caddelerinin bulunduğu bu yakada Parisliler belki eski günlerdeki gibi kafelerde felsefeden, sanattan uzun tartışmalar yapmasalar da buralarda zaman geçirmekten hâlâ hoşlanıyorlar.

           Paris’in en eski kiliselerinden St. Severin’in yanından geçip 68 öğrenci isyanlarının odağı Sorbonne üniversitesine doğru ilerliyorum. Sağ tarafımda neo-klasik mimarisiyle Pantheon tüm görkemiyle yükseliyor. Paris'in koruyucu azizesi Geneviève'e ithaf edilen bir kilise olarak inşa edilmesine rağmen, Fransız Devrimi sonrasında kilise özelliğini kaybederek bir anıt mezar halini almış olan Pantheon, Voltaire ve Victor Hugo’nun son ikametgâhı.


            Bu bölge Quartier Latin (nam-ı diğer Latin semt) ismini buraya Latince öğrenmeye gelen gençlerden almış. Sokaklarda turistlerden çok öğrenciler var; kimi derse yetişme telaşında, kimi Pantheon’un merdivenlerine oturmuş hararetli sohbetler içinde.
Paris’in günümüzde lüksün başkenti olmasının temelleri Kral XIV. Louis dönemine kadar uzanmakta. Üç yüz elli yıl önce gelişen bu lüks devrimin ilk adımları gastronomi alanında başlamış. Şehrin aydınlatılarak restoranların yaygınlaşması, şampanyanın keşfi, yemek ve pastacılık kitaplarının yayınlanması hep bu dönemde gerçekleşmiş. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Paris’te pastaneler şehir kültüründe çok önemli bir yere sahip. Fırınlar, çay salonları, butik pastaneler şehrin dört bir yanına yayılmış durumda.
Pierre Herme, Laduree gibi pastanelerin gölgesinde kalmasına karşın Paris’in en güzel bahçelerinden biri olan Jardin du Luxembourg yakınındaki Christian Constant’ın butik pastanesi kentin en iyilerinden birisi.




Rue d'assas’taki mekânı bulmam zor olmuyor. Minik dükkan adeta bir pasta cenneti. Christian Constant pastalarda çok iddialı, en kaliteli kakao çekirdeği olarak kabul edilen orta Amerika menşeli Crillo’yu kullanıyor; yaseminli çikolatalı pastası enfes. Birkaç tablet çikolata da alıp, kentin en güzel bahçelerinden biri olan Jardin du Luxembourg’da biraz soluklanıyorum.



Adını ilk sahibi Luxembourg dükünden alan parkın müthiş dinlendirici bir ambiyansı var. Meydanın ortasındaki sekizgen gölde minik teknelerini gezdiren çocuklar, yemyeşil çiçeklerin içinde tarihi kişilerin betimlendiği heykellerin, romantik barok çeşmelerin olduğu parkta kent sakinleri ıssız bir vahaya çekilmiş gibiler.
  
            Jardin du Luxembourg’un biraz ilersinde ise Montparnasse semti yer alıyor. Adını perilerinin yaşadığı antik bir dağdan alan bu semtte bir zamanlar taş ocakları bulunurmuş. 20. yüzyılın başlarında Montparnasse bulvarı Paris'teki entelektüel ve sanatsal yaşamın merkezine dönüşmüş.


            Sartre, Hemingway gibi sanatçıların favori kafeleri La Coupole, Le Dome;  Türk Picasso’su Fikret Mualla ve dönemin Türk sanatçılarının buluşma yeri Le Select hep bu bulvar üstünde sıralanıyor. Buralara gelmişken gözüme Woody Allen’in ‘Midnight in Paris’ filminden sahneler geliyor. Filmin kahramanı Gil gibi gece yarısında bir arabaya atlayıp 1920’lerin Paris’inde Dali, Hemingway ile sohbet etmek, o zamanları yaşamak çok keyifli olurdu.

               Sol Yakaya ertesi gün bir kere daha uğrayacağımdan, kentin en yüksek binası Montparnasse kulesiyle selamlaşıp, Seine nehri kıyısına ilerliyorum. Paris’in en sevdiğim yanı Seine nehri boyunca yürümek. Nehirde turistlik turlar düzenleyen tekneler var; ama benim favorim Eiffel Kulesi ile Jardin des Plantes arası farklı duraklarda indi-bindi yaparak Paris’i turlamaya olanak sağlayan Batobus nehir otobüsleri. Kentin etkin bir metro ağı var, yedi metro bileti fiyatına on bilet veren carnetler ulaşımda en ekonomik seçenek.

            St. Germain caddesinden sola sapıp, Tuileries bahçelerinin karşındaki Orsay müzesinin önünden geçiyorum. Müzeden çok bir tren garına benziyor; çevredekilere sorduğumda Orsay’ın geçmişte Paris’in iki tren garından biri olduğunu öğreniyorum. 1978’den sonra müzeye dönüştürülen Orsay’da Rodin, Cezanne, Van Gogh gibi sanatçıların empresyonist resimleri ve heykellerden oluşan geniş bir koleksiyon sergileniyor.


             Yolun biraz ilerisinde sağ tarafta Napolyon’un mezarının olduğu Les Invalides’nın altın varaklı kubbesi yükseliyor. Akşamları âşıkların buluştuğu III. Alexandre köprüsünden kentin sağ yakasına geçince sağımda Grand Palais solumda Petit Palais kalıyor. İki saray da 20. yüzyılın başında yapılmış. Grand Palais, cam çatısı ile dikkat çekici. Sanat koleksiyonlarını barındıran Petit Palais’a Parisliler mini Louvre diyorlar. Grand Palais ise günümüzde sergilere ev sahipliği yapıyor. Sağa sapınca kendimi Place de la Concorde’da buluyorum.

      
          Champs Elysees sonundaki bu meydan birçok ayaklanmaya sahne olmuş. Fransız ihtilali sonrasında XVI. Louis ve Marie Antoinette’in de aralarında olduğu bini aşkın kişi giyotinle burada can vermiş. Sekizgen meydanın her bir köşesinde yer alan heykeller Fransız kentlerini temsil ediyor. Mimar Hittorf’un yaptığı çeşmeler fantastik.




             Place de la Concorde’da Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın hediyesi, Ramses’in Luxor’daki tapınağından getirilen pembe granit dikilitaş da yer alıyor. Üç yüz elli sene Osmanlı egemenliğinde olan Mısır’dan İstanbul’a hatırı sayılır bir şey getirilmezken Paris’in en büyük meydanında yirmi üç metrelik dikilitaş bulunması düşündürücü. Paris'i ziyaret eden turistlerin ilk uğrak yerlerinden Place de la Concorde’nun ‘Şeytan Marka Giyer’ filminde New York'tan Paris'e yapılan yolculukta ekrana ilk yansıyan görüntünün bu meydan olmasına şaşmamalı.

            
            Akşam yemeği için iki yüz yıllık restoran Chez Chartier’e doğru yola koyuluyorum. Grands Boulevards metro durağına yakın Chez Chartier turistlerin kapısında uzun kuyruklarda beklediği, tarihi olduğu kadar popüler de bir restoran. İçeri girerken dış duvarında yazan 'Bouillon Chartier' yazısı dikkatimi çekiyor. Gözlerim beni yanıltmıyor, bu bildiğimiz “bulyon” yani et suyu. Zira on sekizinci yüzyılda Paris’te ortaya çıkan ilk restoranlar yemek yenen değil, bir çeşit et suyunun (bulyon) yudumlandığı yerlerdi. Restoranın kelime anlamı “restore etmek”, yani güçlendirmekten gelmekte.


            Küçük tahta sandalyeli, üzerine beyaz kâğıt örtüler serilen masalarının aralarında paltoları koymak için pirinçten rafları bulunan salon tıklım tıklım dolu olmasına karşın servis gayet düzgün ve hızlıydı. Fiyatları uygun, ambiyansı güzel bu restoranın yemekleri vasatın biraz üstü. Ördek ciğeri fena değildi, bœuf bourguignon da sınıfı geçti; profiterol ise beklentimin çok altındaydı. Paris’te yemek yenilecek çok daha güzel restoranlar var; yine de, tarihi bir atmosfere de şahitlik etmek isteyenler için uğranabilecek bir adres.