12 Aralık 2020 Cumartesi

Yaylalar Diyarı Karadeniz'den Batum'a

Yazın veda etmeye başladı bir eylül günü Karadeniz’e doğru yola koyuluyorum. Gece yolculuğun ardından Karadeniz’in ufak, sevimli kenti Sinop’ta uyanıyorum.  Merkez nüfusu elli bini geçmeyen Sinop, istatistiklere göre Türkiye’nin en mutlu insanların yaşadığı şehir. Kahvaltının ardından ilk durağım şiirlere, türkülere konu olmuş Sinop Cezaevi.


Sinop Cezaevinin tarihi M.Ö. 2000 yıllarına kadar uzanıyor. Roma, Bizans, Selçuklularda kale olarak hizmet gören bu mekân, 16. Yüzyılda Osmanlılar tarafından hapishaneye dönüştürürmüş. 1999’da ise müze olmuş.

Çetin coğrafi konumu, rutubetli bodrum koğuşlarıyla bu cezaevinde Anadolu’nun Alkatraz’ı desek yanılmış olmayız. Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Mustafa Suphi gibi birçok ünlü edebiyatçı ve siyasetçi burada mahkûm olarak kalmış. Geniş avlusunda bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra Sabahattin Ali’nin kaldığı koğuşuna doğru ilerliyorum. Sanki Edip Akbayram kulağıma şairin efsaneyi şiirini fısıldıyor.

Başın öne eğilmesin, aldırma gönül, aldırma.
Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül, aldırma.
Dışarda deli dalgalar, gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar, aldırma gönül, aldırma.

Günümüzde cezaevinin popülaritesi artıp Pardon, Tatar Ramazan gibi birçok film ve dizinin seti haline gelmiş. Bir süre etrafı gezdikten sonra kent merkeze uğruyorum.  Güzel mimarisiyle Belediye Konağı meydanı süslüyor. Etraftaki Sinop mantısı satan dükkânlar var. Normal mantıya göre biraz daha pahalı olan bu mantı Kayseri mantısını aratıyor, cevizli bir tatlı olan Boyabat Ezmesini Sinop’un bir diğer yöresel lezzet.
Sahildeki meydanda bir heykel dikkatimi çekiyor: Antik çağ filozofu Diyojen elinde bir fenerle karşımda arz-ı endam ediyor. Meğer Diyojen Sinoplu’ymuş. Heykelin ilginç bir hikayesi de varmış. Bir gündüz vakti elinde fenerle gezen Diyojen’e nedenini sorduklarında “Dürüst bir insan evladı arıyorum” demiş, elinde fenerli Diyojen Heykelinin meydana dikmek biraz manidar olmuş!
Sinop’un meşhur el yapımı maket gemilerini satan dükkânlardan birisine giriyorum, Gerçekten ilgi çekici bu maketler,  Sinop’tan bir hediye almak isteyenler için alınabilecek için güzel bir seçenek. 


Sinop kalesinde bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra Türkiye’nin tek fiyorttu olan Hamsilos fiyorduna doğru yola koyuluyorum. Fiyortlar; genellikle Norveç, Grönland, Alaska gibi kuzey ülkelerinde görülen bir kıyı tipi. Bir bankta yarım saat manzaranın keyfini çıkardıktan sonra öğlen yemeği için bir pide molası veriyorum.
Bir sonraki durağım Kurtuluş Savaşının başladığı kent Samsun. Samsun Sinop’un aksine nüfusu bir milyonu aşan bir sanayi kenti. Samsun dendi mi hiç kuşkusuz, Atatürk’ün Samsun'a ayak bastığı tarih olan 19 Mayıs akıllara geliyor. Mustafa Kemal'in Samsun'a çıktığı noktaya dikilen Onur Anıtı Kurtuluş Savaşı'nın kuşkusuz kentin simgesi.
Hal böyle olunca anıt yerli turistlerin akınına uğruyor. Ben de deklanşöre basıp bu anı ölümsüzleştiriyorum. Meydandaki seyyar satıcılar küçük acıbadem kurabiyeleri satıyorlar, taze kurabiyeler damağımı şenlendiriyor.
Az ilerimde ise Atatürk’ü Samsun’a getiren Bandırma vapurunun bir kopyası var. Bandırma vapuru müzesi altı bölümden oluşuyor: Tefriş ve yatak odası, sergi salonu, kaptan köşkü, kaptan kamarası ve mutfak. Tefriş Salonu’ndaki Mustafa Kemal ve arkadaşların balmumu heykelleri ilgi çekici.
Bankta oturan Samsunlulardan birisi Amazon Adası’nda mutlak uğrayın diyor meğer Amazonlular Samsunluymuş! Thermedon Çayı yöresinde kurdukları Themiskyra kentinde yaşadığı belirtilen Amazonlar, Eflatun ve Socrates’in eserleri ile Homeros’un İlyada’sında da geçiyor. Hititlerin günümüze kadar ulaşan tabletlerinde Amazonlar, Samsun ve yöresinin tarihi ve kültürel değerlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Amisos Tepesi’nin yamacında yer alan, ismini savaşçı bir kadın toplumu olan amazonlardan alan Amazon Adası’nda dev bir Amazon heykeli Samsun’u tepeden selamlıyor. Hava kararmaya başlayınca Çarşamba, Terme İstikametinden otele ulaşıyorum.
Sabah erkenden yola çıkıp Karadeniz’i keyfe başlıyorum. Ordu Giresun Karadeniz sahil yolu boyunca ilerliyorum.  Karadeniz’e son on yılda önemli harcamalar yapılmış, Samsun'dan Sarp sınır kapısına kadar uzanan dolguyla yapılan Karadeniz Sahil Yolu ulaşımı kolaylaştırmış,  hemen her kentin havalimanı var. Kentin simgesi fındığı olduğunu biliyordum da kiraz’ın ana yurdu Giresun olduğunu yeni öğrendim. Kent ismini Yunanca kiraz anlamına gelen Kerasus’tan alıyor.
Giresun kalesini ve Karadeniz’in tek adası olan Giresun adasını selamlayıp yeşillikler içinde tepelere tırmanmaya başlıyorum. Kuzalan Şelalesinin gürdür gürdür akan sularını dinledikten sonra Kuzalan Tabiat Parkı’nın en özel oluşumlarından birisi olan, sodalı suyla ün salmış Mavi Göl varıyorum. Mavi Göl’ün turkuaz suların muhteşem ambiyansında bir çay molası veriyorum.
Hayatın şarkısının söyler gibi akıyor dereler Karadeniz’de. Yol uzun, çetin yamaçlar beni bekliyor.  Halil Rıfat Paşa’nın ‘’Gidemediğin yer senin değildir’’ sözünü söyleyerek yapılmasını istediği Şebinkarahisar yolu üzerinde elle oyulmuş Halil Rıfat Paşa tünelinden geçerek Uzundere Vadisine ve Kümbet Köyüne ulaşıyorum. Köy deyince ucuz bir yer sanmayın, yaylalarda turistlik tesisler açılınca fiyatlar fırlamış, yemek fiyatları İstanbul düzeyinde.
Kumbet yaylasındaki tesise geldiğimde öyle yoğun bir yeşillikle karşılaşıyorum ki, doğma büyüme İstanbullu olarak bir süre ortama şaşkın şaşkın bakıyorum. Senede birkaç gün buradaki dağ evlerde kalıp şehrin gürültüsünden uzaklaşmalı.
Her yer yemyeşil, kendimi bir hamağa atıp ortamın keyfini çıkarıyorum. Bir süre etrafı seyrederken sevimli bir misafir hamağa yaklaşıyor!
 
Karadeniz’deki tüm yaylalarda olduğu gibi Kümbet yaylasında erken gelmekte fayda var zira saat 16.00 gibi sis bulutları sarıyor, göz gözü görmez oluyor. Sis iyiden iyiye artınca yayladan inip Of’taki otelime doğru yola koyuluyorum.


Ertesi sabah Of’ta sarp bir kayanın tepesinde yer alan otelimden Trabzon’u keşfe başlıyorum. İlk durağım Uzungöl.  Geniş bir vadinin orta yerinde konumlanmış Heyelan set gölü şeklinde oluşmuş olan Uzungöl geçmişte doğasıyla büyüleyen bir yerken, son yıllarda popüler olunca eski güzelliği kaybolmaya başlamış.
Oteller kafelerin sıralandığı burada artık doğanın sesini geçmişteki gibi duymak mümkün değil, benzer bir durum Rize’deki Ayder Yaylası için geçerli. Uzungöl’de bir kafede çayımı yudumlayıp turist kalabalıkla birlikte hediye eşya tezgâhlarına baktıktan sonra Sürmene’deki Memiş Ağa Konağına uğruyorum.


Tarihe meydan okuyan iki yüz yıllık konakta geleneksel Sürmene bıçaklarının hangi aşamalardan geçtiğini anlatan bir sunum yapıyorlar ve Sürmene bıçağı ve Trabzon bakırı almak isteyenler için dükkânlar var ama mis gibi tereyağı kokan mıhlamanın kokusu beni baştan çıkarıyor, kendimi birden yan dükkânda mıhlamaya ekmek banarken buluyorum.
Osmanlı zamanında kahve tüketen bir millettik. Yemen elden çıkınca, kahvenin yerini çay aldı, dünyanın en çok çay tüketen milletiyiz. Doğu Karadeniz gelmişken bir çay fabrikasına uğramadan olmaz diyerek Of’taki bir çay fabrikasına uğruyorum. 
Mekândaki tadımda organik mayıs çayının en lezzetlisi çay olduğunu fark ediyorum. Birkaç kutu çayı İstanbul’a götürmek için satın alıyorum. Çay fabrikası gezisi sonrası çay toplama makasını alıp çay bahçesinde biraz çay topluyorum, güzel bir anı oluyor.
Bir sonraki durağım Altındere Milli Parkı, Maçka yolları taşlı türküsünün pop müziği versiyonu, Melis Sökmen’in söylediği 90’ların efsane şarkısı eşliğinde Maçka’dan geçip yemyeşil tepeleri tırmanmaya başlıyorum.
Coşan dereler boyunca doğanın görkemli güzelliklerini seyrederek Altındere Milli Parkına ulaşıyorum.  Altındere vadisine hâkim, Karadağ’ın eteklerinde sarp bir kayalık üzerindeki Sümela Manastırı yenileme çalışmalarından dolayı kapalı, tepeye tırmanmayıp vadiden manastırı fotoğraflıyorum.  Bizans İmparatoru  I. Theodosius zamanında (375-395) inşa edilmiş manastırın olağanüstü bir manzaraya sahip. Etrafı biraz dolaştıktan sonra çay bahçesinde satılan Hamsiköy sütlacını tadıyorum, ardından tezgâhtan güzel bir Trabzon balı alıp yoluma devam ediyorum.
Trabzon zenginliklerle dolu tarihi olan kent. Sümela Manastır’ından sonra tepelerden kıyıya ilerleyerek Trabzon Ayasofya’sına varıyorum. Komnenos Krallığı döneminde İstanbul’daki Ayasofya’ya ithafken yapılan bu mimari harikası yapı, Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethini takiben camiye çevrilmiş, 1964 yılında Ayasofya müzeye çevrilmiş. Kilisenin fresklerini bir kısmı temizlenebilirmiş, İncil’den hikayeleri anlatan bu freskler oldukça ilgi çekici, keşke bu tarihi freskler daha iyi korunabilseymiş.
Ayasofya’nın kenarındaki bir banka oturup bir süre ambiyansın keyfini çıkardıktan sonra kilisenin karşısındaki dükkâna uğruyorum. Burada gümüş, telkari, Trabzon hasır bileziği ve ülkemizde sadece Trabzon’da üç aile tarafından yapılan, Kazaz Türkleri tarafından bölgeye kazandırılan en değerli sanat olarak nitelendirilen ve kadınlar için hayranlık uyandıran Kazaziye sanatının inceliklerini hakkında bilgi sahibi oluyorum.
Trabzon’a kadar gitmişken Akçaabat köftesiyle damakları şenlendirmek lazım. Tabi ki Vafkıbekir ekmeğiyle yemek kaydıyla! Bir sonraki durağım Soğuksu Tepesi’ndeki Trabzon halkının Ata’ya armağanı olan Art Neuve tarzındaki Atatürk Köşkü. Atatürk birkaç gün kalmasına rağmen köşke isminin verilip turist akınına uğraması bir turizm başarısı.
 
Ertesi gün yemyeşil doğasıyla Doğu Karadeniz’in en güzel kenti Rize’deyim. Merkezden minibüslere binip Palovit Şelalesine doğru yola koyuluyorum. Dağın denizin ve ormanın armonisi seslendirirken kemençeler, Çamlıhemşin konaklarında geçmişin büyüsü yeniden aklımı çeliyor.
 
Çılgın bir minibüs şoförüne denk geliyorum. Türlü türlü şakalar eşliğinde Çinçiva köprüsüne varıyorum. Köprünün yanında bir kafe var. Etrafta diziler çekilmeye başlayınca buralar çok popüler olmuş. Fiyatlar Marmaris düzeylerinde!
On dakika bir yolculuğun ardından Palovit Şelalesindeyim. Şelalede çağlayan suyun sesi adeta buraya hayat veriyor. Bir sonraki durağın ise ormanların ortasında göğe uzanan Zilkale. Deniz seviyesinden yedi yüz elli metre üstünde kurulmuş kartal yuvasını andıran bu kale olağanüstü bir ambiyansa sahip.
Kaçkarların zirvelerinde dört mevsim bir arada yaşanıyor. Bir sonraki durağım Ayder Yaylası. Burası adete bir panayır yeri gibi, fazla turistlik. Bir sonraki sefer Potuk Yaylasına gideceğim.
 
Hava kararmaya başlayınca rotamı kent merkezine Rize Bezi Dokuma Atölyesine çeviriyorum. Rize bezi rutubetli iklim koşuluna meydan okuyan bir kumaş. Dükkândan satılan fanilalar sıcak yaz günleri için biçilmiş kaftan.

Sabah günübirlik Batum yolculuğuna başlıyorum. Hopa sınır kapısının Türkiye tarafı panayır yeri gibi Gürcistan tarafı ise Türkiye tarafının aksine çok modern, kendimi Avrupa’da gibi hissediyorum. 10 senede Türkiye’den çok geri olan Gürcüler iyi duruma gelirken Türkiye’nin yerinde sayması üzücü.  Eskiden Gürcüler Türkiye’de çalışmak için gelirdi şimdi rüzgarın yönü değişti Lira  Gürcü Larisi  karşında bir yılda 100% değer kaybetti.
Batum girişinde enteresan bir heykel bizi selamlıyor, yol üstünde bir bakkalda erik aromalı gazozlarını tadıyorum. Etraf eski demir perde ülkelerdeki gibi on dakikalık otobüs yolculuğundan  sonra pejmürde binaların yerini dev oteller alıyor sanki Las Vegas’tayım. Eskiden sade liman kenti olan Batum bir kumarhane cennetine dönüşmüş.  Bazı Türk firmalarda buralarda binalar yapıyorlar, birkaç sene önce çok uygun fiyatlara burada daire alınabilirmiş.
Batum Odesa gibi tarihi bir kent değil. Dünyadaki çeşitli simge yapıların kopyalarıyla kenti süslenmişler. Kentin pek bir ruhu yok, binaların cephesini süsleyerek yaptıkları binalar bayağı duruyor. Tatilcilerin de rağbet ettiği bir yer Odesa’ya göre deniz daha temiz.

İtalya mimarisinden esinlenerek yapılan Piazza meydanı, St Nicholas kilisesi, Tiyatro Meydanı, Poseidon çeşmesi,  Avrupa meydanı birbirine çok yakın yürüyerek kolayca etraf gezilebiliyor. Ayrıca çarşıda küçük bir cami de var.
Sahilde Azeri genç Ali ile Gürcü kızı Nino aşkını anlatan heykeli görülmeye değer. Öğlen yaklaşınca yöreye özgü bir pide olan haçapuriyi denemek istiyorum, yanına bir bira alıyorum, Haçapuri Doğu Karadeniz’de tattığım birçok pideciden daha iyi, birayla damağımı şenlendiriyor. Dönerken de Saperavi üzümden geleneksel bir Gürcü şarabı almayı da ihmal etmiyorum.
Gece Rize Ardeşen merkezde konaklıyorum. Rize’den fasulye, Trabzon’dan çay, Vakfıkebir ekmeği, bal, Ordu’dan pikola fındık derken gezinin sonuna yaklaştıkça bavulda yer kalmıyor. Teleferikle Boztepe’ye çıkıyorum,  Ordu merkezin Rize’nin aksine tam bir beton yığını.
Yol üstünde mola verdiğim Amasya M.Ö eserleri olan ufak bir kent,  kentin arkeloji müzesi müzeyi uğramaya değer bir adres. Amasya Arkeoloji Müzesi; Kalkolitik Çağ’dan itibaren Tunç Çağı, Hitit, Urartu, Frig, İskit, Pers, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait Arkeolojik, Etnoğrafik, Sikke, mühür, El Yazması ve Mumyalar olmak üzere binlerce eseri barındırıyor.
Müzede bizim grubun dışında pek kimseler yok. Böyle kapsamlı bir müze daha iyi tanıtılmalı.
Müzedeki tarih yolculuğundan öğlen yemeği için esnaftan tavsiyeler alıyorum, ‘Tokat bize komşu’ deyip bir Tokat kebapçısı öneriyorlar, kebabı tattığımda et biraz isli geliyor, fiyatlar İstanbul seviyelerinde. Anadolu’da restoranlarda fiyatların yüksek olması beni şaşırtıyor. Uzun bir kara yolcuğunu sonunda gece yarısı İstanbul’a varıyorum.


 

2 yorum:

Gezilecek Yerler dedi ki...

Harika bir yazı olmuş hocam elinize sağlık. :)

alper öztoprak dedi ki...

Teşekkürler